Öykü


Mezarlık Bekçisi
Yazar: Eren Kasapoğlu
Tarih: Aralık 2017
Mezarlıklar her zaman güzel kokar…
Çocuk bir gayretle kaldırdı dökme demirden göz kapaklarını. Temiz havayı bir kez daha, yaşayanlar dünyasına yakışır bir güçle ciğerlerine doldururken, puslu gözlerle etrafına baktı. Vakit akşamüstü olmuştu ve batmaya yüz tutan güneş, sıcak kanatlarını dünya yüzeyinden çaktırmadan çekiyordu.
Çocuk, adı üstünde elbette, birilerinin çocuğuydu. Annesini küçükken kaybetmişti ve babası ile birlikte yaşıyorlardı. En azından dün sabaha dek… Her şey kalp dedikleri o ufak, namussuz makinanın tekleyip durmasıyla, hızlıca gerçekleşti. Bir nefeslik can buhar oldu; o bir nefeslik gücüyle babasının koca gövdesini yere devirdi. Etkisiyle arabalar, yollar, insanlar, evler ve dünyanın kendisi bizzat sallandı. Aralarında tek yıkılan ise kendi evleri oldu.
Babasıyla ilişkisi hep çok özeldi. Babası onun aynı zamanda öğretmeni, yol göstericisi, arkadaşı ve sırdaşıydı. Bir değil, kendisine en yakın beş kişiyi birden kaybetmiş gibi hissediyordu. Bu düşünce aklına gelince adeta yüreği şişti, içine sığmaz oldu; ama ağlamadı, ya da ağladı ama gözyaşları akmadı. Göz pınarları kuruyalı iki saat kadar oluyordu. “Her şey ne kadar saçma.” diye geçirdi içinden, oturduğu mermerin üstünden kalkarak. Mermeri yaptıran babasıydı. Annesini defnettikten sonra, üzerinde ismi, soyadı ve doğum-ölüm tarihleri yazan büyük bir mermer taşı ve ayak kısmındaki suluğu ile mermer kenarlarını bir arada yaptırmıştı. Şimdi taş sökülmeli, babasının bilgileri de alta eklenmeliydi. Böyle söylemişti halası.
Ayağa kalktı ve etrafta kısa bir tur attı. Kararını bir süre önce vermişti, bundan sonra burada yaşayacak, anne ve babasının yanından hiç ayrılmayacaktı. Bu fikri halası ile paylaşmadı tabi, onun yerine sordu: “Geceleri buralara kim sahip çıkıyor? Mezar soyguncularına karşı birileri duruyor mu?” Kendisi de çocuk yetiştirmiş ve “her on dört yaşındaki çocuğun sorması gereken mantıklı sorular” arasında yer alabilecek türden soruları bir görüşte anlayan halası, çocuğun başını okşamış ve: “Mezarlık bekçisi olur mutlaka, merak etme sen.” demişti. Şimdi ise güneşin battığı saatte etrafına bakıyor ama kimseyi görmüyordu. Bu mezarlık bekçisi ne zaman görevine başlıyordu acaba? Onu gördüğünde ne yapacağına karar vermişti. Önce konuşmayı düşünmüş ama bunun bir işe yaramayacağını, mezarlıktan kapı dışarı edileceğini anlamıştı. Bu durumda direkt halasına postalanır ve muhtemelen bir süre tek başına dışarı çıkmasına izin verilmezdi. Hayır, onun yerine bekçiden saklanacak, o gidince ait olduğu yere, anne ve babasının yattığı mezarın başına geri dönecekti.
Tekrar ailesinin mezarına gelip oturdu. Spor çantasında sakladığı gofretlerden birini ve plastik şişe suyu çıkarmadan önce, gözlerini kapayarak tekrar derin nefesler aldı. Aldığı her nefesle beraber, etrafını saran yoğun sessizliği de içine çekiyordu adeta. Aslında tam da sessizlik denemezdi. Güneşi uğurlayan kuşların gürültüsü doruk noktasındaydı. Yüksekçe bir tepeye konuşlandırılmış, şehir, deniz ve adalar manzaralı mezarlık, her daim esintili olurdu ve rüzgârın hafif uğultusu, rüzgâr eşliğinde sağa sola salınan ağaçların hışırtısı, kulaklarına dünyanın en güzel müziği gibi geliyordu. Ve havadaki toprak kokusu. Bitkilerle karışmış, rüzgârın kim bilir ta nerelerden getirdiği, ne olduğunu anlayamadığı başka aromalarla zenginleşmiş… Bir şey daha vardı bu kokuda. Rutubet değil ama ona yakın. Eski günlerden kalma bir koku. Ona bir şeyler hatırlatıyor, hatırlatmalı; ama ne olduğunu bir türlü çıkaramıyor. Zaten çok da kafasına takmıyor, sadece içine çekiyor onu. Ve tekrar, tekrar…
Mezarlıklar her zaman hüzünlüdür…
Akşamı böyle karşıladı. Hızla kararan havaya bakarken, bir avuç toprak aldı mezardan. Bu toprağın içinde, mezarın üstüne en son attığı topraktan bir parça olup olmadığını merak etti. En çekilmez anlarda atmıştı o bir avuç toprağı. Dua okunurken nasıl da kötü olmuştu. Üzüntü içinde üzüntü. Okunan duanın ya da imamın sesinin, ses tonunun bir etkisi var mıydı acaba? Dönüş yolunda halasına sormak istemiş ama soramamıştı. O an için gözüne her şey çok önemsiz, sormaya değmez gözüküyordu. Ev kalabalıktı. Biraz hava almak için dışarı çıkacağını söylediğinde, halası sarılmış, öpmüş ve çok geç kalmamasını tembih etmişti. Sokağın köşesini döndükten sonra iki kez sağa, iki kez sola sapmış, sonra da ilk gördüğü taksiye atlamıştı. Çocuk kendisine dikiz aynasından şüpheyle bakan taksiciyi, cebindeki paraları sayar gibi yaparak, çaktırmadan ikna etmişti.
Hava iyice kararmaya başladığında, yanına el feneri ya da mum gibi, gece için aydınlatma sağlayacak hiçbir şey almadığını fark etti. Geceyi ve hatta bir sonraki günü idare edebileceği kadar abur cubur ve su almıştı ama akşam mezarlığın yollarını dahi aydınlatacak bir ışık olmayacağını hesaba katmamıştı.
Karanlık onu korkutmazdı; ama hava karardıkça daimi yalnızlığının daha da farkına varmaya başladı. Rahatça konuşabileceği, sırlarını paylaşabileceği kimsesi yoktu artık. Halasıyla asla babasıyla konuştuğu gibi konuşamazdı ki. Sıkıntı, taptaze bir gece ile beraber, tekrar üzerine çöktü, etrafını sardı.
Sonunda zifiri karanlık çöktüğünde, sırtını mezar taşına yaslamış, montuna sıkı sıkı sarınmış bir halde babasıyla ilgili anılarını düşünmeye başlamıştı. En sondan başladı, ilk hatırladığı zamanlara doğru düşündü, düşündü… Aradan geçen iki saatin sonunda, kim bilir hangi yılın, hangi anısını düşünürken, göz kapakları kendiliğinden indi aşağı. Ve sonsuz rüyalar denizinin ortalarında bir yerde uykuya daldı. Hüzün kokuyordu rüyaları…
Mezarlıklar her zaman ürkütücüdür…
Onu uyandıran duyduğu bir ses miydi, yoksa rüyası mı? Yoksa mezarlık bekçisi nihayet görevinin başına mı gelmişti? Yavaşça doğruldu. Uykulu gözlerle ve kemiklerine kadar hissettiği bir soğuk eşliğinde titreyerek etrafına bakındı. “Hareket etmem gerekiyor.” diye düşündü. Ayağa kalktı, gerindi. Ve tam o anda kulağına gelen bir sesle yüreği ağzına geldi!
Farkında olmadan mezarın yanına doğru eğilerek, sesin olduğu yere doğru baktı. Hiçbir şey, ne bir ses, ne bir görüntü… Göğsünde ve hatta kulaklarında güm güm atan nabzı dışında. Belki de bir kuşun kanat çırpması gelmişti kulağına. Ama duyduğu ya da duyduğunu sandığı sesin daha farklı olduğunu düşünüyordu. O sırada esen hafif rüzgâr, soğuktan tüylerinin diken diken olmasına yol açtı. Rüzgârla birlikte duyduğu hışırtı, toprağı ezen ayakların sesi olabilir miydi? Hayır, kendi kendini kandırmayacaktı. Bir süre bekledi ama tekrar sesi duymayınca, ayaklanıp esneme hareketlerine devam etmeye, hatta mezarlarının da üzerinde bulunduğu topraktan çizgi şeklindeki yürüme yolu üzerinde, kısa bir yürüyüş yapmaya karar verdi. Karanlığa alışan gözleri, kaybolmadan aile mezarlarının yerini bulmasını sağlardı.
Sesi tekrar duyduğunda birkaç adım atmıştı. Bu sefer sesin geldiği yönden, görebildiği en uzaktaki ağaçların arasından sızan cılız ışığı bir anlığına fark etti. Mezarlık bekçisi olmalıydı. Aksini düşünmek bile istemiyordu; çünkü diğer tüm alternatif düşünceleri hırsızlar, mezar soyguncuları ve hatta katiller üzerineydi. Tekrar mezarın yanına döndü ve mezar taşını kendine yarı siper eder bir şekilde, ışığın geldiği yamacı gözetlemeye başladı.
Işık birkaç kez daha cılız şekilde göründü ve kayboldu. Bir süre ne ses, ne de ışık geldi. Tam uzaklaştığını düşünürken, kendi yürüyüş yolunun ilerisindeki bir kesişme noktasına çıkan patika yolunun tepesinde, ışık net bir şekilde göründü. Onu tutanın kim olduğunu seçmek imkânsızdı; ama ışığın hafifçe sallanmasından, onu tutan kişinin hareket ettiğini, kesişme noktasına doğru yürüdüğünü tahmin etti. Ayakkabılarının altında ezilen toprağın ve otların hışırtısını, arada hafifçe çatırdayan dal parçalarının sesini duyabiliyordu. Şaşırtıcı bir şekilde, hâlâ üşümesine rağmen terlediğini fark etti. Korkunun bir yan etkisi olmalıydı.
Gemi güvertesinde duruyormuşçasına sallanan, yalpalayan ışık, hareket eden taşıyıcı gölgesi ve çıkardığı hafif hışırtılar ile beraber, patikadan aşağı yavaşça ilerlemeye devam etti. Hafifçe ama sürekli esen rüzgârın etkisi ile bazen sesleri daha net duyduğunu hissediyordu. Çocuk korkusunun azaldığını hissetti. Yürüyen her kimse kesinlikle acelesi yoktu. Sanki her zaman yaptığı işi, her zamanki şekilde, acele etmeden yapıyordu. Işık kaynağının salınımları bile o kadar rutindi ki, sürekli sağa sola hareket eden bir ışık olsa, adamın belli bir mezarı ya da başka bir şeyi aradığını düşünen çocuk daha çok korkup, endişelenebilirdi.
Mezarlıklar her zaman gürültülüdür…
Işık mezarlara çıkan yürüme yollarının kesiştiği yere vardığında durdu. Çocuk kendini artık tamamen mezar taşının arkasına siper etmiş, sadece bakmasına yetecek kadar kısmı açıkta kalacak şekilde, gözetlemeye devam etti. Bir süre sadece rüzgârın ve hışırdayan ağaçların sesini duydu. Bir ses daha… Çok hafif, metalin metale değmesinden kaynaklanan bir tür gıcırtı. Bu sesin ışık kaynağından geldiğini (ki bu kesinlikle mumlu, eski tür bir el feneri olmalıydı, çocuk bundan emindi) düşündü. Işık kaynağı hala hafifçe sallanıyordu ama rüzgârdan kaynaklanıyor olmalıydı. “Ne çok ses var,” diye geçirdi içinden, “rüzgâr, ağaçlar, fener…” Belki de bulunabileceği en sessiz yerdeydi; yine de gergin sinirleri ve hissettiği korku, en ufak bir sesi bile yoğun bir şekilde hissetmesine neden oluyordu.
Aniden rüzgâr durdu ve bir daha da esmedi. Ağaçlar sessizleştiler, fenerin gıcırtısı kesildi. Artık kımıldamıyordu. Sessizliğin bu ani yoğunluğu, çocuk üzerinde farklı bir etki yarattı. Duyulmasından korktuğu nefesini alıp verirken bile dikkat ediyor, kılını kıpırdatamıyordu. Bu şekilde bir dakika kadar geçmişti ki, kulağına gelen ses ile o azıcık nefesi de gırtlağında dondu kaldı: Şarkı söyleyen bir erkek sesi. Buna şarkı denebilirse tabi… Daha çok ritimsiz bir müziğe, hatta belki bir tür duaya benziyordu. Bildiği dualardan biri ile eşleştirmeye çalıştı ama nafile. Duyduğu hiçbir şey gibi değildi. Sözler, tuhaf vurgular, sürekli yükselip alçalan ses tonu. Hüzünlü ama güçlü, gırtlaktan gelen, gür bir ses.
Ağaçlar arasında yankılandı, yayıldı. Arsız bir dedikodu gibi hızla dağıldı etrafa. Dört bir yandaki tüm mezarlara kadar ulaşıyor olmalıydı. Çocuk, büyülenmiş bir şekilde, farkında olmadan tekrar soğuktan uyuşmuş olan bacaklarını zorlayıp, güçlükle doğruldu. Korkusu azalmıştı. Bu kadar içten şarkı söyleyen birinden zarar geleceğine inanamazdı. O doğrulduktan kısa bir süre sonra şarkı bitti. Çocuk ayağa kalktığı ve duyulduğu ya da görüldüğü için olmadığından emindi. Yarıda kesilmemişti şarkı. Sadece bitmişti, bunu hissediyordu.
Gür ses, tekrar tüm mezarlara ulaşacak şekilde duyuldu ve çocuğu bir kez daha yerinden sıçrattı:
“Heeeeyy!
Kalbi durmuş, kanı akmayan,
Dünyadan elini, eteğini çekmiş, gölgesi ile iz kalan sizler!
Yolların en uzununa çıkmadan önce, bir dua daha ettim.
Ki siz geri dönülmez yıldız tozlu satıhlarda, toz olup uçmayın, yıldız olup kaymayın.
Yolların en uzununa çıkmadan önce, bir kez daha soruyorum:
Ayak izlerinizi bıraktığınız topraklarda, bir kez daha yükselecek misiniz?”
Koca mezarlıktan adamın çağrısına cevaben tek çık çıkmadı. Rüzgârın yavaşça eski seyrine döndüğünü hissetti çocuk. Ağaçlar hışırdıyor, hâlâ kıpırdamayan adamın elindeki fener, yaygarasına kaldığı yerden devam ediyordu. Tam mezarın yanından adama doğru ilerleyecekken, gördüğü şey yüzünden dona kaldı.
Mezarlıklar her zaman gizemlidir…
Ailesinin yanındaki mezarın üzerinde biri oturuyordu! Aslında tam öyle de denemezdi. Bir insan silueti olduğu kesin; ama biri hariç her tür renkten muaf, mavimsi, ancak kendini aydınlatabilecek kadar ışığı olan, insan şeklinde bir fener gibi. Tüm detaylarını görebiliyordu çocuk: Gözleri, kolları, yeleği, kıvırdığı kol yenleri, teki eksik ayakkabısı ve eksik kısımda başparmağı yırtık çorabı ile pala bıyıklı, yaşlı bir adam. Çocuğu fark etmemiş bir şekilde mezar taşının üzerinde oturuyor ve boşluğa bakıyordu.
Gözleri etrafı taradı, birkaç mezarda daha mavi ışıklardan oluşan güçsüz lambalar formundaki insanların oturduğunu, mezarın üzerine uzandığını ya da ayakta durduğunu gördü. Aklına gelen ani düşünce ile arkasını döndü. Mavi mavi ışıyan babası, yanı başında kıpırtısızca oturuyordu! Babası gözlerini mezar taşına dikmiş, âdeta kendi ismini tekrar tekrar okuyordu. Çocuk fincan kadar açık gözlerinden süzülen ince ipten yaşların farkında değildi. Babasına seslendi: “Baba! BABA!” Babası tepki vermedi, onu görmüyordu.
Rüzgâr iyiden iyiye kuvvetlendi. Ağaçların gürültüsü hoş bir ninniden, insanı tehdit eden, sert bir fırtınayı andıran vahşi bir sese dönüşmüştü. Mezarın kenarına doğru adım attı çocuk, artık dar yürüyüş yolunun üzerindeydi. Adam hâlâ yerinden kıpırdamamış gibi görünüyordu; ama çocuk adamın onu gördüğünden, hatta yüzünün ona dönük olduğundan emindi. Olanca sesiyle, “Mezarlık bekçisi!” diye bağırdı.
Sözlü bir cevap yerine, daha önce hiç duymadığı tonda değişik bir tür düdük sesi kulak zarlarını titretti, elleri istemsizce kulaklarına gitti. Adeta iç içe geçmiş iki ses aynı anda ötüyordu. Beş saniye kadar öttükten sonra, bir anda değil ama rüzgârın güçlü esintisi içinde solarak kayboldu ses.
Mavi insan şekilleri, bu sesi bekliyormuş gibi yavaşça ayaklandılar. Hepsi birden patikadan yukarıya doğru, çok yavaş adımlarla ilerliyordu. Çocuk dizlerinin üstüne çökmüş, gözleri uzaklaşan babasında ağlıyordu; bu kadarı ona fazla gelmişti. Birden ayağa kalktı, mezar üzerindeki topraktan bir avuç aldı. “Baba!” diye bir kez daha bağırırken, elindeki toprağı, henüz birkaç adım atmış olan babasının siluetine doğru fırlattı. Bu sırada rüzgâr iyice şiddetlendi, fenerin gıcırtısı hiç olmadığı kadar yüksek geldi kulağına; adam sanki fenere taklalar attırıyordu… Toprak babasına çarpmadı, içinden geçti gitti. Ama babası durdu. Olduğu yerde döndü ve boş gözlerini çocuğa doğru çevirdi.
Korku, panik, endişe, sevinç, mutluluk, hüzün… Kafası aynı anda hissettiği duygular yüzünden patlayacak gibiydi. Baba oğul bir kez daha karşı karşıya durdular.
“Baba? Beni duyuyor musun?” dedi, titrek bir ses tonuyla. Babası sessizce bakmaya devam etti.
“Seni… Çok özlüyorum…” dedi, gerisi boğazında bir düğüm oldu, olduğu yere çöküp sessiz hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Yanağında hafif bir ısı hissetti, kafasını kaldırıp baktığında, babasının geri dönmüş olduğunu ve bir elini gözyaşları ile ıslanmış yanağına değdirdiğini gördü. Telaşla ayağa kalktı. Babasının elini tutmaya çalıştı; ama eli de tıpkı toprak parçası gibi, babasının eli içinden aktı, geçti.
“Bu kadar yeter.” dedi bir ses. Baktığında, biraz önceki adamın yanına kadar geldiğini gördü. Gelişini duymamıştı. Adam esmer, kısa dağınık saçlı, sakallı ve sert yüzlüydü. Bakışları sakin görünüyor ve hiçbir şeyden korkmadığını anlatıyor gibiydi. Üzerindeki gömlek ile altındaki şalvarı kalın bir kuşak birleştiriyor, deri olduğunu tahmin ettiği siyah yeleğinin cebinden, biraz önce öttürdüğü tuhaf düdüğün bağlı olduğu gümüş zincirin bir kısmı sarkıyordu. Elinde tuttuğu fener koyu kahverengi olmalıydı; ama feneri ilginç yapan, rengi ya da yaydığı ışıktan ziyade etrafa güçlü bir ısı yaymasıydı. Çocuk saatlerdir ilk kez hiç üşümediğini hissetti.
Karşı karşıya kaldıklarında sordu: “Sen mezarlık bekçisi misin?”
“Ben mezarlık bekçisiyim” diye sakince onayladı adam. “Bu mezarlık da dahil, daha pek çoklarından ben sorumluyum. Mezarlık nöbetimin yanı sıra, son yolculuklarına henüz başlamamış olanlara yardım ederim.”
“Ama… Nasıl?” Mezarlık bekçisinin kendisini keskin gözlerle süzdüğünü görünce, sormayı düşündüğü yüzlerce soruyu adeta yuttu, onun yerine sessizce konuşmasını bekledi.
“Kimi pek çok sevdiğinden dua alır,” diye devam etti bekçi, “kimi ise hiç almaz; ancak hiçbiri benim bildiğim duaları bilmez, bilse de benim okuduğum gibi okumayı bilmez. Bir sonraki yolculuklarından önce, dualarım kulaklarına müzik, ruhlarına besin olur. Onlarla konuşurum, gece onları yürütürüm ki ölüm denen güçlü değişimin altında ezilmesinler.”
Çocuk sordu: “Peki ya annem?”
“O geçişini tamamladı. Artık fani dünya ile bir bağı kalmadı. O yüzden de görmedin. Onu ancak bir mezarlık bekçisi görebilir; çünkü dünya üzerinde olmadığımız her an hayallerinin alamayacağı bir tür arafta, hem bu dünya, hem öte dünya insanları ile iç içe geçer. Ve evet, sen sormadan söyleyeyim: Onlar da bizi görebilir, bize cevap verebilirler.”
Rüzgâr artık çıldırmışçasına esiyordu. Ağaçların boynu bükülüyor, havada yapraklar, dallar uçuşuyordu. Ama ikili bu kaosun ortasında ve umarsızca dikilmeye devam etti. Mezarlık bekçisinin bakışlarındaki bir şey çocuğa çok anlamlı gelmişti; ama ne olduğunu ilk başta çözemedi. Adam sessizce bakmaya devam etti ve sordu: “Duayı bir kez duydun, hatırlıyor musun?” Çocuk ses çıkarmadan, kafasını yukarı aşağı salladı. “Seni bekliyorduk.” dedi adam. Tekrar göz göze geldiler.
Bir an geçti, bir an daha… Rüzgâr, sanki bu mümkünmüş gibi, hızını daha da artırdı. Etrafı bulanık görüyordu çocuk. Ruhların yürüyüşü patikanın arkasında devam ediyor olmalıydı. Adama baktı, son kez ve anladı. “Nasıl olacak?” diye sordu, “Mezarlık bekçisi olmak için ne yapmam gerekiyor?”
“Çok şey…” diye mırıldandı mezarlık bekçisi, “Çok emek ve zaman ister… Ama her işte olduğu gibi, bu işte de öncelikle bir yerden başlamak gerekir. Ve senin başlangıcın da burası, bu mezarlık. Şimdi, şunu tut.” Elinde uzattığı düdüğü çocuğa verdi, çocuk hemen cebine koydu. “Ve en önemlisi fener. Bu feneri yaktığın sürece fani dünyaya dokunabilirsin çocuk, bunu sakın unutma.” Hızlıca kafa sallayan çocuğa feneri uzattı.
Çocuk feneri eline alır almaz, küt diye düşürdü. Fener inanılmaz ağırdı! İki eliyle tuttu ama kaldıramadı. Gözlerini kapadı, tüm gücüyle, son bir kez asıldı. Yerden çok az kalktığını hissettiği anda rüzgâr durdu, fener hafifledi. Doğruldu çocuk. Mezarlık Bekçisi ya da eskiden olan, gitmişti. Etrafına baktı ama göremedi. Çok umursamadı. Hiçbir şey umurunda değildi. Onu aramak yerine, düdüğü cebinden çıkardı. Beş saniye boyunca çaldı, sonra dönüp ailesinin mezarına oturarak, babasını beklemeye başladı.
Mezarlıklar her zaman mezarlık bekçilerinden sorulur…