Öykü


Kardan Adam
Yazar: Eren Kasapoğlu
Tarih: Ocak 2024
-1-
“Kar, doğanın kundağıdır. Onunla etrafı sımsıkı sarılmadı mı, rahat uyku uyumaz.” derdi, rahmetli babaannesi. Zaten üzerinde doğup yeşerdiği, ölüp bir olduğu topraklar bunun bir kanıtı değil miydi?
Kar yolları kapatınca, aracını mecburen köyün merkezindeki tek köy kahvesinin dibine bırakan Yusuf, gece karanlığında kendisini bir ateş böceğine dönüştüren sigarasından yeni bir nefes çekti. Sigarayı önüne doğru tutup, beyaz kardan yansıyan, takatsiz ışığın verdiği cüretle külüne baktı. Babaannesinin o külü hiç düşürmeden, sigarayı sonuna kadar içtiğine kaç kez şahitlik etmişti? “Huysuz karının” söylenip durmaktan başka hiçbir şeye dikkatini veremediği zamanlarda olurdu genellikle.
Nefesi dişlerinin arasından bir heves sızarken, usulca küfretti, sonra da bir “tövbe estağfurullah!” ile kabahatinin kirlettiği yeri silmeye çalıştı. Bir milyon küfür – bir milyon tövbe, pek de az bir risk değildi; ama tutamıyordu işte kendini. Zaten iş o küfürlere gelene kadar… Neyse ne, bu ziyaret zaten son kış ziyaretiydi. Gerekli birkaç acil konuyu hallettikten sonra (inşallah!) eve uğramasına bile gerek olmayacaktı.
Nefret ediyordu köyün kışından. Nefret… ediyordu… köyün… Dizine kadar karın içine bata çıka, güç bela ilerlemeye çalışırken, aklındaki düşünce buydu.
Enteresan kadındı babaannesi. Bir kere zeki insan sever, bunu aleni söylerdi de. Buna bağlı olarak, köyün büyük kısmını selamsız es geçer, selamını, hak eden pek az faniye, hoş muhabbetiyle birlikte servis ederdi. Yusuf’a “Fırıldak” derdi. Şakayla karışık üstüne yapıştırdığı bu lakabı bir türlü unutmamış, bir yerden sonra Yusuf’un adını zikretmez olmuştu. Tek bir kelimeyle bir insana neler söylenebilir? Bu bir sanatsa eğer, babaannesi gerçek bir sanatçıydı. Fırıldak… Dengesiz, fikir değiştiren, maymun iştahlı, sözünden dönen, hatta aptal! Bu aklına gelenlerin hepsini zamanında, Yusuf’un yüzüne doğru ve sonlarına “Fırıldak” kelimesini yapıştırarak söylememiş miydi? Nasıl iştahlı bir lakapsa, önüne gelen tüm sıfatları, tamlamaları bir sünger misali emmiş, her söylendiğinde, tüm o yuttuğu kelimelerin tınısı adeta havada titreşir, gözle görülür hale gelmişti.
Öyle biriydi işte, enteresan. Keşke sorabilseydi: Toprağın yedi metre altı ne kadar enteresandı acaba?
-2-
Yusuf birbirine yakın, dar köy evlerinin oluşturduğu minik labirentte bir köşeyi döndü ve olduğu yerde dondu, (kara saplandı) kaldı. Hemen iki adım ötesinde, alçak damın gölgesine sinmiş, iri yarı biri duruyordu. Kararsız bir adım attı Yusuf, bir şey demeden elini alnına götürdü, sessiz bir selam çaktı gölgelere doğru. Karşıki cevap vermeyince, daha bir dikkat kesildi. Nihayet fark etti ki, karşısında bir kardan adam, dikildiği yerden sakin, gülümser bakışlarla kendisini süzüyordu.
Şöyle hakkını vere vere, okkalı bir küfür yapıştırdı. Yetmedi, öteki tarafa bakar haldeyken, bir tekme savurdu kardan adama! Kardan adam sevmemekten ziyade, ondan feci şekilde korkardı. Ürkütücü, kara (illaki kara olacak) gözler, laubali, yapay ve şeytani bir sırıtış; ama tüm bunların da ötesinde kardan adam, karın sessizliğinden gelen doğal bir korku kaynağıydı Yusuf için.
Kardan adam sallandı, şekli biraz bozuldu ama devrilmedi. Şimdi her nasılsa, kendisine daha da bir tepeden bakar gibi görünüyordu üstelik! Olabildiğince hızlı adımlarla uzaklaştı Yusuf. Hem kardan adamdan hem de andan uzaklaştı; geçmiş zihnini, yeri-göğü bembeyaz yapan lapa lapa karla aynı hızda kaplamaya başladı.
-3-
Babaannesinin tiz, yüksek sesi adeta kulaklarında çınladı, “Nah bunu alırsın sen!” diyordu elinin ayasını göstererek, “Gonca okudu, doktor çıktı. Evlendi, mürüvvetini görmesi de bize nasip oldu, Allah’ıma şükürler olsun. Ya sen?! Senin neyini gördük, Fırıldak?” Konuşurken kalın gerdanının altında kıpırdayan boğazı, tüm çekiciliğiyle karşısındaydı; buna rağmen Yusuf, yalnızca kendi dişlerini sıkmakla yetinmişti. Vasiyeti ile ilgili verdiği nahoş bilgiyle, Yusuf’un gününü bir kez daha şenlendirmeyi başarmıştı. Bu eski, yer yer hasarlı, hiçbir şeyin ortasındaki köyün, hem de kıçının ta kenarındaki evin dışında, tüm mal varlığını amcası ve kuzenine bırakıyordu. Babaannesi bekâr olduğu, Yusuf’un babası da çoktan bu dünyadan göçüp gittiği için, üçüncü ve tek varis Yusuf’un ta kendisiydi. Tüm nakit birikimi, banka kasasında sakladığı altınları, üç ayrı yerdeki arsası (her biri müthiş prim yapmıştı) diğer ikisi arasında paylaşılacaktı.
Pek konuşkan değildi ki, babaannesinin belki de tek sevdiği özelliği buydu. Kadın havada eksik kalan sessizliği, kendi yüksek perdeden sesi ve fikirleriyle dolduruyor, dolduramadığı yerlerde tekrara giriyordu. Gel gelelim Yusuf bu kez sinmemiş, bir cüret cevap vermişti kocakarıya. “Ya bilmiyormuş gibi…Ben okumadım da ne yaptım? Pederin bakır atölyesini şu saate kadar kim ayakta tuttu?” Amcası tutmuştu tabi, kendi değil; ama babaannesinin bunu bilmesine imkân yoktu. Dükkânı iki kez batmanın eşiğinden döndüren, amcasının el altından verdiği borç paralardı. Yusuf hâlâ son aldığı borcu peyderpey ödemeye devam ediyordu.
Cevabı karşısında babaannesi, (büyük bir mucizeyle) bir anlığına duraksayınca, Yusuf devam etti. “Hem evlilik dediğin gönül işi, kısmet işi be nene. Gonca’yı evlendirdiniz de iyi mi ettiniz? Gözü mor eve geldiği gün amcam üzüntüden ağladı da belli etmedi kimseye.”
“Belli etmedi de sen nereden biliyorsun Fırıldak? Bir sana mı malum oldu?” Böyleydi işte, açığını yakaladı mı, konuyla alakalı-alakasız lafı çarpıverirdi karşısındakinin yüzüne.
O son konuşmadan gerçekten nefret etmişti… Yok, sondan bir öncekiydi aslında. Son konuşma çok daha kısaydı. Bu çizgide süregiden keyifsiz sohbetlerinin sonunda, Yusuf ani bir gayretle şaha kalkmış, taarruza geçmişti. “Yazıklar olsun ama ya! Yıllardır düzenli olarak Gonca mı geliyor hatırını sormaya? Gonca mı getir-götürünü yapıyor? Son altı aydır Gonca mı altının bezine kadar alıyor? Senin altını bile -tövbe estağfurullah- biz toparlayalım, sen git, tüm mal varlığını ona veriyorum de!”
“Heh! Sana para gönderdiğini bilmiyorum çünkü, he mi?! Bir zahmet alıver, Goncayla babası sayesinde o dükkân hala var, senin sayende değil!”
Kaynar suyun ense köküne damla damla süzülmeye başlamasıyla irkilmişti Yunus. Bu kadın, Gonca’nın arada yolladığı takviyelere, amcasının verdiği borçlara kadar her şeyi biliyor olabilir miydi? O kadar zaman, kendinden emin tavırlarla dükkânı ve işlerin nasıl iyi gittiğini anlatırken, için için kendisine gülüyor muydu? Ortam karanlık olsa, kıpkırmızı suratıyla aydınlatabilirdi, belki aydınlatıyordu da. Konuyla ilgili tek kelime etmemiş, bunun yerine, “Görüşürüz nene, allahaısmarladık!” demiş, pis pis sırıtan kadının huzurunda sessizce hazırlanıp giyindikten sonra, havasız evi, renksiz köyle birleştiren sokak kapısının kilidini açmıştı.
-4-
İki sol – bir sağ daha… Artık babaannesinin evini tam karşısında görmesi gerekiyordu. Onun yerine karşı komşunun dışı çitlerle, içi itlerle çevrili bahçesini görünce, soğuk ve sinir bünyesine bir anda hücum etti; dişleri homurdanmasına engel olacak kadar takırdayarak, gerisin geri döndü. Gecenin köründe birbirine benzer evler, yağan sessiz, sinsi kar ve ekürisi kardan adam, yolunu bir yerlerde şaşırtmış olmalıydı.
Komşunun havlayan itlerine gerisin geri havlayası vardı; ama kendini durdurdu. Köpek havlamaları, bu lanetli sessizlikten daha iyi gelmişti. Bahçeyi sağına alarak, hemen yanındaki ambarla ortaklaşa oluşturdukları dar geçitten, yolu üzerindeki tek ışık kaynağı olan, bir yanan – iki sönen sokak lambasına doğru yürümeye başladı. Hafifçe kıvrılan, sonu babaannesinin evinin de bulunduğu açıklığa çıkan yolda biraz ilerlemişti ki, ikinci kardan adamı gördü.
Dar geçidin tam ortasında, evle arasında bir muhafız gibi dikelmiş, gelenden geçenden haraç kesermiş gibi duran, dev gibi bir başka korku abidesi duruyordu. İlkinin aksine ve hatta Yusuf’un daha önce hiç görmediği gibi, bu kardan adamda belirgin detaylar ve farklılıklar vardı. Bir kere dürüsttü: Suratında o hain tebessüm yoktu; aksine, asık yüzüyle iç dünyasını tamamen teşhir ediyordu. Göbeği bir sebepten iki kat şeklinde yapılmıştı ve onu yapan piçler, kafasına, çoktan beyazlamaya yüz tutmuş bir de atkı takmışlardı.
Yusuf’un içi, korku ve soğuğun etkisiyle bir kez daha titredi. Belden yukarısıyla dönüp, geride bıraktığı yola bir göz attı. Atmasaydı daha iyiydi; hain kar taneleri bulabildikleri her delikten süratle içeri sızmaya başladılar. Buradan geçemezse, yoğun kar altında en az üç yüz metre daha yürümesi gerekecekti. Gözü kesmedi. Attığı her adımla, taze karları kıtır kıtır ezerek ve kardan adamdan başka bir şeylere bakmaya çalışarak, mutlak sessizliğin içinde ilerlemeye başladı. Yan bahçe itlerinin sustuğunu da o zaman fark etti. Sanki susmanın, havlamaktan çok daha etkili olacağını bilmiş, ortak bir kararla sessiz gecenin içine karışmışlardı.
Bir kardan adamdan tarafa, bir bahçeye baktı Yusuf. Kardan adamın başındaki atkıyı şimdi daha net seçiyordu. Atkı değil, eşarptı aslında. Tıpkı babaannesinin taktığı gibi. O son günde, son konuşmada… Anılar, gecenin dev, karanlık perdesinde oynamaya başladı.
-5-
O an kendisi eşikte, eli kapının kulpunda öylece kalan Yusuf, evden dışarıya adımını atamamıştı. Dönüp, son bir kez babaannesine baktı; yaşlı cadının yüzündeki sırıtma, yerini tiksinen bir ifadeye bırakmıştı. Buydu işte onun gözünde: Dışarı atılması gereken ve tek özelliği kendi kendini dışarı atmak olan bir parça çöp. Yusuf dişlerini sıktı, sonra derin bir iç çekip, kapıyı, kendisi içeride olduğu halde kapattı.
“Ne unuttun yine, Fırıldak?!” Sesi, yaş tahtaya sürtünen paslı çiviler kadar tatlıydı.
Yusuf sakince iki adım attı. “Seni,” dedi yine sakince, “kart, uğursuz, pislik karı!” Kelimeler gök gürültüsü gibiydi; tek göz odanın boşluğuna yayılarak, yavaşça kaybolduklarını hayal ettiği birkaç saniye geçirdi. Kadının büyüyen, şaşkın gözlerine bakınca, içini müthiş bir tatmin hissi doldurdu. “Bana vereceğin iki kuruşa mı kaldım gerçekten? Bu evi de al, git Gonca’ya ver. Ya da vazgeçtim, bence sen o evin tapusunu al, güzelce…” Yusuf artık, koltuğunda çökmüş kadının tepesinde Azrail gibi yükseliyordu. O yükseldikçe, kadının rengi attı, sanki koltuğa daha bir gömüldü. “Nankörsün! Uyuzsun! Pisliksin! Ulan ben bu eve gelmesem ne halt edeceksin acaba…”
Kadının yanına çömeldi. “Yok, vazgeçtim. İstemiyorum harabe evini. Bundan sonra sana Gonca baksın, işlerini o ve amcam halletsin. Telefonumdaki tüm alışveriş yaptığımı kişileri, ustaları, herkesi siliyorum. Ne bok yerseniz yiyin!”
Ağzından hırıltıyla alıp-verdiği, yaşlı kokan nefesini içine çekmemek için tekrar aceleyle ayaklandı. “Bilemem sen de artık kime Fırıld… Ne, ne oldu?!” Babaannesinin bitkin hali, yerini hafif bir çırpınma hareketine bırakınca durmuştu. Kadın cevap olarak elini göğsüne götürdü, “kalp… hapım…” diyebildi. Bir refleks mutfağa meyletti Yusuf, sonra durdu. “Hah!” dedi, “Bak, ben olmasam ne bok yiyecektin şimdi mesela?” Bir an durdu, adım attı, durdu. Bir karar vermişti. “Hatta ben yokum, hadi bakalım! Ben şu an burada değilim. Kendin hallet ilacını falan.”
Korku, kadının gözlerinde, boşalan ter bezlerinde, moraran cildinde oynayan bir filmdi artık. Kalkmaya yeltendi, dengesi bozulunca koltuğun önünde yere düştü. Sertçe çarpan kafasından hafifçe sızan kanla ortalığı kirleterek çırpınmaya başladı. Yusuf, içinin yanmasını, pişman olmayı bekliyordu; ama beklediğinin aksine, içinde hissettiği müthiş mutluluk ve tatminle kadının tepesine bir kez daha dikildi. “Merak etme, acil numaradan ambulansı arayacağım. Hele bir öl de!”
Böyle bir andı işte. Yusuf’un içindeki tüm zehri kustuğu, babaannesini ölümüne zehirlediği, aslında belki de birbirlerine karşı bu derece dürüst oldukları tek andı. Ölümünün farkında olan babaannesi, son bir damla gücünü kullandı: “Allah.. belanı versin… Fırıldak!”
Harcadığı son nefesle birlikte öldü, gitti.
-6-
Rüzgâr alttan atkısını kucakladı, bir anda çalıverdi. Günah kokan anılarından sıyrıldı Yusuf; gecenin, soğuğun, kâbusunun içine geri döndü. Havada uçan atkıyı, ancak yere, kardan adamın hemen dibine inerken görebildi. Bir küfür daha… Soğuktan güç bela hareket ettirebildiği elleriyle sigarasına ulaşmaya çalıştı, yapamadı. Lanet evden içeri bir girebilse… paketin tamamı bitene kadar içecekti. Onun hayali ve azmiyle yoluna devam etti.
Kardan adama birkaç adım kalmışken, rüzgâr bir kez daha hızlandı. Kar artık iyiden iyiye tipiye çevirmişti. Nihayet karşı karşıya geldiklerinde, bir cesaret kardan adamın gözlerine baktı. Uğursuz, kömür karası gözler üzerindeydi. Karnındaki bombenin, midesini bulandıracak kadar babaannesinin sarkmış memelerine benzediğini fark etti. Yere, atkısına doğru eğildi. Tam da parmak uçları atkıya dokunmuşken, sokak lambası bir kez daha söndü. Gözleri ani bastıran karanlığı henüz hazmedememiş halde, korku içinde öylece kalakaldı. Sert esen rüzgârın tiz homurtuları, kulak zarlarını titretti. Kar artık sessiz değildi. Atkıya dokunan parmakları bir cesaret onu kavramaya çalışıyordu ki, hemen solunda bir hareket hissetti.
Biri ya da bir şey kıpırdandı. Soğuk, ıslak parmaklar yüzünü okşadı. Babaannesinin sesini duyar gibiydi, “Ne oldu, korktun mu Fırıldak?!” İstemsizce bağırdı: “Ay-y-y-y!” Çığlığını dilimlere ayıran şey, soğuktan ve korkudan titreyen nefesiydi. Kendisini öne doğru bırakırken, sokak lambası yeniden yandı.
Kısa ve kesik nefesler alırken, düştüğü yerden alamadığı atkısını ve biraz önce yüzünü okşayan, kardan adamın başından uçmuş eşarbı gördü. Hemen dibinde yattığı yerden başını kaldırınca, üstünde yükselen kardan adamla bir kez daha göz göze geldi. Tepesinden bakıyordu; tıpkı kendisinin bir önceki ziyaretinde babaannesine baktığı gibi. Sesi zihninde yankılandı; gülüyordu kocakarı!
Soğuk beyniyle beraber tüm vücudunu felç etmiş gibiydi. Kalan gücüyle doğrulmaya çalışırken, sert rüzgârın son bir darbesi, kardan adamı önce sarstı. Yusuf’un çoktan uyuşmuş beyni bunu, kardan adamın hareket etmesi olarak algıladı. Panik içinde kaçmak istedi, güç bela kıpırdanmaktan başka bir şey yapamadı. Güçsüz kollarını siper etmeye çalışarak, kardan adama doğru döndü. Rüzgârın bir kez daha ittirmesiyle, koca kardan adam, orta yerinden ayrılarak Yusuf’un üzerine düştü. Soğuk tüm bilincini ele geçirmeden önce görebildiği son şey, kardan adamın görüş alanını tamamen kapatan, ucu sivri, havuçtan yapılma burnuydu.
Köy mezarlığına, babaannesinin hemen yanı başına gömdüler Yusuf’u. Çünkü bu kadarı tesadüf olamazdı ve evet, herkesin temennisi ve tesellisi aynıydı: Öteki tarafta kavuşmuşlardı.