Öykü


Kamos
Yazar: Eren Kasapoğlu
Görsel: Eren Kasapoğlu
Tarih: 26 Aralık 2021
“Gecenin bir vaktiydi.
Uyanıktım ama vücudumu ve hatta başımı dahi kıpırdatamıyordum.
Tepemden bakan ve zifiri karanlığı delip geçen bir çift gözün yarattığı korku ve üstümde hissettiğim müthiş baskı yüzünden nefes almakta zorlanıyordum.”
Bir psikiyatristin notlarından.
Film Festivali, Her Gün, Ücretsiz!
Ofiste “sabah arsızı” derlerdi bana. Somurtkan, aksi, sessiz bir beyaz yaka deryası içinde gülerek, herkese “Günaydın!” diyen, adeta çiçekler dağıtarak geçen ruh hastası bendim. Sabahları enerjim hep çok yüksek olmuştur.
Sanırım bunun başlıca sebebi, güzel uyku uyumamdı. Uykuya hazırlık benim için başlı başına bir ritüeldi. Çay, kahve içmemeye dikkat eder, hatta bazı akşamlar bir saat kadar önce bir bardak sıcak sütü, kurabiye eşliğinde mideme indirirdim. İşin en güzel yanı ise rüyalarımdı. rüyasını hatırlamayan pek çok insanın aksine, her akşam adeta bir kısa film festivali izler, sabah da neredeyse hepsini hatırlardım. Bazı arkadaşlarım bunu iyi uyumama, bazıları bir adım daha ileri giderek, falcılığa, görücülüğe yorsalar da, bu işlerle yakından ilgilenen psikiyatrist arkadaşım Lila, rüyaları hatırlamamın kötü uyumamla ya da uykumun bölünmesiyle de alakalı olabileceğini söylemişti. Ona göre en sağlıklısı, çalıştığı nöroloji servisinde beni bir günlüğüne misafir etmek ve uyku düzenimi, REM seviyelerini incelemekti. Samimiyetine sonuna kadar inansam da film keyfimi bozma riskine girmek istemedim.
Pek az kişiye itiraf ettiğim bir detay vardı (ki bazen kendimi inandırmakta bile güçlük çekiyordum), rüyalarımda gördüğüm bazı kişileri, hayvanları ve mekanları, rüyadan bir süre sonra gerçek hayatta görüyordum. Çok nadir gerçekleşen bu deneyimlerde, genelde gördüğüm kişiyi tanıdığıma veya denk geldiğim binaya, sokağa ya da dükkana daha önce geldiğime dair bir sis bulutu zihnimi sarardı. Rüyayı ve rüyamda gördüğümü hatırlayana kadar karşımdakine bön bön baktığımı bilirim. Bir defasında karşımdaki centilmen dayanamayıp, selam vermiş, bir keresinde de gözlerimi dikmiş olduğum kadın, yüzüme karşı mırıldanarak (nazar duası gibi bir şey okuduğundan adım gibi eminim), ters bakışlarla yanımdan geçip gitmişti.
Belki çok daha fazlasını görüyordum ama hatırlamıyordum. Bir şeyden emindim: Nostradamus geri dönmemişti; gördüğüm şeyler, geleceğe ait fantastik görüler değildi. En azından gerçekleşen bir tanesine dahi rastlamamıştım. Sadece arada sırada rüyanın başrolüne, figuranlarına veya film setine tosluyordum. Emin olduğum bir diğer şeyse, tüm bu insanlara, bazen gezdirdikleri köpeklere, gerçek hayatta var olan ama hiç gitmediğim halde gördüğüm yerlere dair rüyalarla birlikte, her gece gerçek bir görsel cümbüş yaşıyordum.
Kesintiler, Sinir Bozucu Kesintiler…
Güneşin dünyaya gözünü bile kırpmadan dik dik baktığı, ateşli doğasıyla biz insanlara, dünyanın canına okuyan, iki nefeslik zavallılara helyum kokan nefesini bolca üflediği, dünyanın bir kısmını çifte kavurduğu yazlardan birindeydik ki rüyalarımda kayda değer bir değişim olduğunu fark ettim. Bir kere eskisi kadar sık rüya görmüyordum ya da hatırlamıyordum. Bazı zamanlardaysa yarım rüya görüyordum; evet, yarım rüya!
Açıklaması zor. Rüyanın bir kısmını hatırlıyordum ama bir an geliyordu ve kafamın içindeki şalterler atıyor, her yer kararıyordu. Bunu takiben başka rüyalar da hatırlıyordum; bu rüyaların bazılarının tamamını, kalanların ise yine bir kısmını hatırlıyordum. Bu yeni duruma bir türlü alışamadım.
Ağustos’u kan ter içinde atlatmış, Eylül’de artık sonbahara dair bir fragman görme ümidiyle günleri bir biri ardına devirmeye devam etmiştik. Hafta sonu bir gün, o zamanlar sevgilim olan Milas ve sevgili arkadaşım Lila ile İstanbul’da kendimi yuvamda gibi hissettiğim Kadıköy’de buluştuk. Sıcaklar devam ediyordu ve alçak evlerin, dükkanların sığ gölgelerinde bir parça serinlik peşinde koşturduktan sonra, nihayet Berlin Pub’ın nispeten serin olan gizli terasına çıktık.
Satrançta yapılan iyi açılışlar kadar haz veren nadir şeylerden biri iyi başlayan sohbetlerdir. Bizimki de iyi bir başlangıç olmuştu ve birinci biraların sonunda gülmekten ağzımın kenarındaki yayların hafif hafif gıcırdadığını hissediyordum. İkinci biralarla beraber uykularımla ilgili konuyu açtım. Eskisi gibi rüya göremediğimden, rüyaları basan karanlıklardan, yarım rüyalardan bahsettim. Lila sözümü kesti: “Bir rüyanın yarım olup olmadığını nasıl anlayabilirsin ki? Belki de gerçekten de rüyan bitti.” “Islak rüyalar…” deyip, kendi kendine sırıtan Milas’ın kafasına hafifçe vurduktan sonra cevapladım: “Yaa, bunu nasıl açıklarım bilmiyorum. Rüya yarım kalmış hissi veriyor; çünkü rüyayı karanlık bastığı anda ve sonrasında da aslında gördüğümü hissediyorum.” Suratıma aptal aptal bakan, toplam dört tane göze bakarak, “Yani ekrana bakıyorsun. Elektrik var ama ekranda görüntü yok.” Kısaca güldüler. Lila “Peki” dedi ve kafasını sallamakla yetindi. Sonra sohbetin konusu değişti, gitti. Bir psikiyatrist olan ve özel bir nöroloji kliniğinde çalışan Lila’nın, beni tahminimden daha ciddiye aldığını birkaç gün sonra öğrendim.
Telefonum çaldı, arayan Lila’ydı. Kısa bir merhabalaşmanın ardından, direkt konuya girdi: “Yerin hazır,” dedi, “klinikte bir gece misafir edeceğiz seni. Ben de orada olacağım.” Şok geçirmiştim. “Nasıl yani?!” dedim, “Saçmalama Lila, işim gücüm var benim. Hem ücreti nedir, ne yapmak lazım, tahlil isterler mi? Bak, sağ ol ama ben uğraşamam bununla.” Lila sabırla dinledi, üçüncü çocuğunu yetiştiren bir anne bilgeliği ve sükunetiyle cevapladı: “Ben her şeyi planladım. İş çıkışı gideceksin. Sabah da maksimum bir – iki saat geç kalırsın, o kadar. Ücretine gelince, bana iki bira ısmarladın mı oldu bu iş. Şu sıralar zaten sakiniz ve senin durumunla hem başhekim hem de nörolog arkadaşlardan biri çok ilgilendi. Ücretsiz bir değerlendirmeye ikna etmem çok kolay oldu.” Konuşmanın gerisi bir miktar itiraz, bir çorba kaşığı ikna ve iki tutam azar. Kliniğe en ön sıradan bir davetiyem olmuştu!
Tanıştığıma Memnun Olmadım
Kliniğe gideceğim günün öğleni Milas’la yemek yedik. Lila’nın işi fazla ciddiye aldığı konusunda benimle hem fikir olmasına sevinmiştim. “Bir yandan da heyecanlıyım,” dedim, “benim kadar rüya gören bir insan iyi uyku mu uyur, kötü uyku mu, bunu nihayet anlayacağız.” Güldük. Gülüşünü seviyordum. Sonra bir an gözleri daldı. “Dün gece hiç iyi uyumadım.” dedi, “Gecenin bir vakti büyük bir sıkıntıyla, nefes nefese uyandım. Sıcaktan herhalde…” diye de ekledi. Yarım rüyalar ve karabasanlar; birileri uyku ayarlarımızla oynamıştı sanki.
Sohbetimizin kalanı keyifli geçti. Veda öpücüğü tutku doluydu. İçimden “Keşke yarın gitseydim şu kliniğe.” diye geçirmeden edemedim ama elden bir şey gelmezdi. Akşam el çantam yanımda, klinikten içeri girdim.
Herkes çok güler yüzlüydü. Lila’nın arkadaşı olmamın etkisi de vardı muhtemelen ama çalışanları genel olarak sevmiştim. Kalacağım odadan İstanbul’un bir kısmını görebiliyordum. Lila özellikle en güzel odayı ayarlamıştı. Akşam, kliniğin kafeteryasında hafifçe bir şeyler atıştırdık, ardından odama geçip, orada biraz sohbet ettik. Ofis yorgunluğu baskın çıkmış, kurabiye – süt rutinimi yapamamış olmama rağmen, erkenden uykum gelmişti.
Lila görevlileri çağırdı. Yüzümün çeşitli yerlerine, saçlarımın arasına ve göğüs bölgeme elektrotlar takıldı. Bunların gece boyunca kalması gerekecekti. Her yerde, her an, kolayca uyuyabildiğimden çok sıkıntı etmedim; ama sormaktan da geri kalmadım, ne tür ölçümler yapılacaktı? Doktorun açıklamasına göre elektrotlarla beyin dalgaları ölçmenin yanı sıra, gece boyunca göz kapağı hareketlerim, uyku fazları, kalp ritmim, nefes alış verişim ve kandaki oksijen miktarı dahi ölçülecekti. “Her zamanki gibi bol rüyalar.” dedi gülümseyerek ve odadan çıktı. Çok rüya, onlar için çok aksiyon falan demekti sanırım ya da başka bir şey bulacaklarını düşünüyorlardı. Benim için fark etmezdi, rüya görme keyfimi bozmalarına izin vermeyecektim. Uyku bir yıldırım gibi düştü. Ardından rüyalar geldi… Hiç görmediğim kadar net, berrak. Ve elbette ki karanlık da geldi.
Belki de tedirginlikten dolayı, bilmiyorum; ama rüya görüyordum ve bunun bilincindeydim. Bir rüya, ardından bir başkası. Bilmediğim yerler, kişiler, her şeyle ilgili rüyalar. Bunlardan bir tanesinde, bana anne diyen tanımadığım bir erkekle çay içiyorduk. Ortam son derece bulanıktı, detaylar yoktu ama sadece masayı, yarısı tükenmiş bir paket kurabiyeyi ve içmeye çalıştığım çay bardağını görüyordum. Ne zaman çay içmeyi denesem, bardağın altı da bardakla birlikte geliyordu. Düştü – düşecek bir cam bardak altlığı, gittikçe yükseliyor, yükseliyor. Gergin bir rüyaydı ve her seferinde çayı içemeden ve altlığın düşmesine fırsat vermeden bardağı masaya geri bırakıyordum.
Birden rüya kesildi, tıpkı öncekiler gibi. Tek farkı bu sefer rüya kesilmeden hemen öncesinde, masanın kenarında gördüğüm bir kara kediydi. Bir süre sonra bambaşka bir rüyaya geçtim ama gördüğüm kara kedi adeta aklıma kazınmıştı, bir türlü unutamıyordum. Bu rüyada koşuyordum, deli gibi, nefes nefese… Bir elimden tutmuş, yanımda koşan bir kadınla birlikte birilerinden kaçıyorduk. “Haydi, az kaldı!” diye böğürdüm adeta. Bet sese sahip bir erkektim. Arkadan köpek sesleri gelmeye başladı. Hemen önümdeki ağacın yanından geçerken o kara kediyi gördüm. Bir an göz göze geldik ve sonrası karanlık…
Rüyadan rüyaya… Televizyon kanalı sürekli değişiyordu. Başka insanlar oluyordum, bazen. Bazen hiç kimseydim. Simsiyah, parlak gece karası bir kedi ile son bulan rüyalar ardı ardına geliyordu. Temasımızın arttığını hissediyordum; öyle ki, bir rüyada kedi artık doğrudan bana bakıyordu. Gözlerimiz buluştu ve bir anda beni fark ettiğini hissettim. Karanlık etrafı sararken kedi sakince konuştu: “Merhaba!” Sesi, acele etmeksizin karanlığın her yanına doğru hafifleyerek dağıldı.
Rüyanın yarısında yine etrafı saran karanlığa rağmen onu seçebiliyordum. “Merhaba” dedim, yayılmayan, hatta ağzımdan çıkmaya korktuğu belli olan bir sesle. “Benim adım Kamos, bana isminizi bahşeder misiniz?” Güzel, parlak gözleri üzerimde, kuyruğu yavaşça bir o yana, bir bu yana kıvrılıyordu. “İsmim Ekim.” “Memnun oldum” diye cevapladı ve ekledi, “Güzel ve güçlü bir isim… Ekim… Sonbaharın, Ekim’in tüm duygu yüklü renkleri, rüzgârda sürüklenen yapraklarının hışırtısı, hüznü ve gizemi kadar güçlü” Kedi adeta kendi kendine konuşurken, bir yandan da yavaşça kendi etrafında tur atıyordu. “Uzun zaman oldu, çok uzun. Fark edilmeyeli.” Tekrar göz göze geldik. “Gözlerinizde dünyanın tüm ışıkları var. Hayallerin içine karışan, hayatın gerçek renkleri ve bu karışımın mimarı da sizsiniz ve gözleriniz. Sayısız insan ömrü kadar süreyi rüyalarda geçirmiş bir varlık için paha biçilmez bir yetenek!”
Kelimeleri bitti. Yoğun bakışları karşısında donakalmıştım. Aklıma, sözlerine karşılık verebileceğim bir cevap gelmiyordu. Yavaşça bana doğru yaklaşırken, etraftaki karanlık koyu, neredeyse dokunulabilir, nefes alırken kazayla yutulabilir bir kıvama geldi. Boşluğa doğru uzattığı, yokluktan güç alıp, usulca kendini ileri doğru ittiği patileri sessizdi. Karşımda bir kedi gülümsüyor, göz bebekleri titriyordu. Yoğunlaşan karanlığın içinde, tıkanan nefesimin baskısı ile kasıldığımı hissettim.
Akşamdan Kalma
Derin bir nefesle gözlerimi açtım. Yattığım yerdeydim ama yattığım gibi değildim. Yüzümde bir oksijen maskesi olduğunu fark ettim. Yanı başımdaki doktorun rahatlamış, gülümseyen yüzü bile tek başına, bir şeylerin kesinlikle yanlış olduğunu söylüyordu. Yatağın ucundaki Lila ise endişeliydi.
“Ne oldu?”
Doktor cevapladı: “Bizi biraz endişelendirdiniz ama şu anda iyisiniz, önemli olan bu.” Doğrulmaya çalışınca, nazikçe koluma dokundu, “Biraz daha dinlenelim. Bir on beş dakika daha, ardından bence kalkmanızda herhangi bir sakınca yok.” Korkmaya başlamıştım. Lila yanıma gelip, yüzümü okşadı ve gülümsedi: “İyisin, tüm ölçümlerin normal şu anda.” Kaşlarımın havalandığını görünce, soru sormama fırsat vermedi, “Konuşuruz sonra…” dedi kısaca ve odadan çıktı. Bir süre daha dinlendikten sonra ayağa kalkmama izin verdiler. Bu sırada kolumdaki serumu, ancak çıkarmaya başladıklarında fark etmiştim.
Ofisi arayıp, izin aldıktan sonra Lila’nın odasına gittim. Hastane çalışanları toplantıdaydı, Lila çıkana kadar odasında oturup, bu sırada dün geceki rüyalarımı düşünmeye başladım. Rüyaları tüm detayları ile hatırlıyordum. Her rüyanın içinde gezinen, kendine Kamos adını veren, konuşan simsiyah kediyi de… Her rüyanın bitiş çizgisi gibiydi. Onu gördüğüm noktada rüya kesilmişti. Zihnimin bana oynadığı çarpık bir oyun olduğunu düşünüyordum. Ancak son gördüğüm rüyayı bir türlü hatırlayamadım. Kamos’la bir şeyler konuşuyorduk, sonra yoğun karanlığı etrafımda, adeta derimde ve hatta vücudumun içinde hissetmeye başlamıştım.
Sanırım kendimi fazla zorlamıştım; çünkü bir an sonra göğsümde bir sıkışmayla beraber, çarpıntım olduğunu hissettim. Derin nefesler almaya, kendimi sakinleştirmeye çalıştım. İşe yaramıştı, Lila geldiğinde, kendimi daha iyi hissediyordum.
Sıkı sıkı sarıldı bana, “Korkuttun beni!” dedi. İyi de ne olmuştu? Sordum, anlattı…
Bir noktaya kadar her şey yolunda, hatta doktorunun ifadesiyle “harika” gidiyordu. Uykuya dalmamı takiben rutin kayıt sistemleri, beni sıkı bir takip altına almış, doktorun ilgisi ise ilk bulgulara şöyle bir baktığı anda direkt olarak bana yönelmişti.
Genel olarak stabil ilerleyen EEG çıktıları, uykuya daldıktan yarım saat kadar sonra sıra dışı değerler göstermeye başlamıştı. İnsanın uyanık haldeki zihin hareketlerine benzeyen bu hareketlere, uyuduğu süre boyunca ancak REM uykusunda rastlanıyordu. Bu ise normal kabul ediliyordu; çünkü REM uykusu aynı zamanda, insanın uyku sırasında bir şeyler öğrendiği ve ertesi gün hatırlayabildiği rüyaları gördüğü bir süreçti. Buna karşılık, yapılan ölçümlere göre daha REM uykusuna dahi girmeden, rüya görmeye başladığım ilk andan itibaren EEG değerleri uçmuştu; öyle ki, Lila doktorun benden gündüz de EEG ölçümü almak istediğini, gece değerlerinin, gündüzden çok daha yüksek çıkacağından emin olduğunu söyledi.
Beyin dalgaları, REM uykuları… Altı üstü “biraz fazla rüya görüyordum” ve üst üste binen bu teknik detaylar karşısında yorulduğumu hissettim. Lila devam etti: Yaklaşık üç saat boyunca, tüm değerlerim adeta sürekli REM uykusundaymışım gibi yüksekti. Üç saatin sonundaysa olayların seyri değişmişti.
Yükselen kalp ritmimle birlikte EEG verileri adeta çıldırmış, farklı kanallardan alınan farklı frekans değerlerinin tamamı sınır seviyelere fırlamıştı. Aynı zamanda, REM uykusuna girildiğine dair bir gösterge olan, hızlı göz hareketleri de başlamıştı. Hemen yanıma giden doktorun dikkatini hafif kasılmalarım ve düzensiz, kesik nefeslerim çekmişti. Nöbetçi hemşireyle aralarında geçen kısa konuşma sırasında Lila da oradaydı ve beni uyandırma kararı verildiğinde içinin rahatladığını söyledi. Beni bir süre uyandırmaya çalışmışlar ve başarılı olamamışlardı; sonrasında ise aniden uyanmış ve bilinçsizce çırpınmaya başlamıştım. İşte bu esnada nöbetçi hemşire ağır bir sakinleştirici ile beni tekrar ama rüyasız, derin bir uykuya sokmuştu.
“Peki şimdi iyi misin Kamos?”
Lila’nın yüzüne baktım, “Bana ne dedin??”
“Ekimciğim iyi misin, dedim; ama cidden rengin de solmuş senin. Bu geceyi de müşahade altında, rahat geçirmek ister misin?”
Bir dakika daha durmak istemiyordum. Teşekkür ettim, sarıldık. Ayrılırken, “Sen her gece bu şekilde uyuyorsan, işin zor…” dedi. Aslında işin kolay kısmı bendeydi, zorluğu ve sıkıntıyı hastanedeki tüm görevli personel çekmişti.
Tekrar teşekkür ettim ve hastaneden ayrıldım.
Gerçekler, Rüyalar ve Gerçek Rüyalar
Hastaneden çıkar çıkmaz kendimi çok daha iyi hissetmeye başladım. Direkt eve gitmek yerine, Milas’ı aradım ve birlikte Eminönü’ne geçtik. Mısır Çarşısı ve Kapalıçarşı; uzun zamandır gezmediğim yerler, hipnotize edici, binbir çeşit baharat kokuları, egzotik dükkanlar… Akşam üstü kuzeyden esmeye başlayan serin rüzgar eşliğinde, Galata Köprüsü’nün altındaki restoranlardan birinde yemek yedik. Çok mutlu hissediyordum. Dün geceye dair sorularını sabırla (ve genelde aynı, “Bilmiyorum” cevabıyla) karşıladıktan sonra, sohbetin yönü keyifli konulara döndü. “Bu birayı,” diyordu, “bir arkadaş onda birine mal ediyor. Hem de çeşit çeşit!” Gülerek kaldırdığı bira bardağına bakarken, akşam güneşinin bardağın kenarından seken yansımasının, biranın rengini altın rengine, kabarcıkları ise altın yaldızlara çevirmesini keyifle izledim. Gözlerim, aynı şekilde gülerek bakan gözleri ile buluştu. O’nun iri, düzgün, doğuştan sürmeli, mavi… Mavi gözleri!
“Bir tane daha alır mıydınız?” Boş bira bardağımı işaret eden garsona döndüm, “Y-Yok, sağ olun…” diyebildim. “Sevgilimin, tanıdığım ilk günden beri bal sarısı olan, bir anda maviye dönmüş gözlerini eski haline çevirebilir misiniz?” diyemedim. Milas’la tekrar göz göze geldik ve… Sarısı geri dönmüş, mavinin izleri silinmiş gözleri aynen eskisi gibiydi! “İyi misin sen?” diye sordu, “İyiyim, iyiyim…” diyebildim. Elimde çatal ve bıçak vardı ama artık tabağımdaki balıktan bir lokma daha yiyebilecek halde değildim. Yarısı bitmiş balığıma baktım. Balık da yarısı yenmiş kafasını hafifçe çevirip, boş gözlerle bana baktı. Tek bir kelime etti: “Kamos.”
Karanlık geldi.
Gözlerimi yabancısı olmadığım bir odada açtım. Milas yatağın hemen karşı çaprazında, pek rahat görünen misafir koltuğunda kestiriyordu. Hava karanlıktı, birkaç saat baygın kalmış olmalıyım diye düşündüm. Yatağın hemen yanı başında duran masadaki şişe suya uzanmak istedim; el ve ayak bileklerim deri bağlarla yatağa sabitlenmişti!
“Milas…” Sesimin çatallı çıktığı boğazım acıyordu. Tekrar seslendim, Milas bu kez duydu ve hemen ayağa fırladı. “İyi misin?” Başımı salladım. Biraz bitkin olmama ve boğazımdaki hafif acıya rağmen, kendimi saatlerce uyumuş gibi dinç hissediyordum. “Neler oldu?” Cevabını duymaya korktuğum bir soruydu; ama acımasız Milas, olan biten her şeyi anlattı.
Son “mantıklı” konuşmamız, benim ona verdiğim “iyiyim” cevabı olmuştu. Sonra tabağa bakarken değişik bir ses tonuyla “Kamos” demiştim (balık demişti!!). Derken işler daha da ilginçleşmişti. Gülerek ayağa fırlamış, ellerimi kaldırıp çığlık atmıştım. Beni sakinleştirmek isteyen Milas’a, tuhaf bir dilde bağırmıştım. Milas ve ona yardım eden iki garsonla aramda tuhaf bir mücadele başlamıştı. Bu şekilde geçen bir on beş dakikanın finalinde ambulans gelmiş ve bir doz sakinleştirici ile perde inmişti. Milas’la konuşan Lila hemen bir oda ayarlamış, beni son sürat, hastane acil girişinden içeri almışlardı.
Bu tür senaryolarda, akla ilk gelen birkaç ihtimal pek iç açıcı olmadığından, uyanmamı beklemeden beyin tomografisi çekmişlerdi. Gelişmiş bir bilgisayarlı tomografi sistemine sahip hastanede, sonuçlar yirmi dört saat içerisinde alınabiliyordu. Bu arada, bir iki ufak nöbet daha geçirmiş, bantlarımdan kurtulmaya çalışırken, yine anlaşılmayan şeyler söylemiştim. Tekrar sakinleştirici yapana kadar da devam etmiştim.
“Lila’ya haber vereyim.” diyen Milas odadan ayrıldı. Üzerimdeki ince yorgan yüzünden çok sıcaklamış hissediyordum. Yorganı hafifçe yana doğru sıyırdım. Doğrularak suya uzandım ve kana kana içmeye başladım. Boğazımı çok rahatlatmıştı. Etrafımdan geçen ince kablolara takıldı gözüm. El yordamı ile bakınca, bir önceki geceki gibi vücuduma elektrotların takılmış olduğunu gördüm. Aynı anda ve hayretle ellerimin ve ayaklarımın serbest olduğunu fark ettim! Bağlar gevşek bırakılmış olmalıydı ya da halime acıyıp, kendilerini çözmüşlerdi ki bu da diğeri kadar mantıklı bir fikirdi. Yavaşça oturur pozisyona geçtim. Akıl sağlığıma neler oluyordu? Schrödinger’in Kedisi olmuştum. Yatağa aynı anda hem bağlı hem de değilmişim gibi hissediyordum.
Bir süre bir şey düşünmemeye çalışarak, sessiz odanın keyfini çıkardım. Duyabildiğim tek şey, sakin ve derin nefes alışverişimdi. Birden yatağın hemen altından, son derece net, pes bir miyavlama sesi geldi. Olduğum yerde kalakaldım. Biraz sonra, bu sefer yatağın ayak kısmından aynı sesi duydum. Ayağa kalktım ve yavaşça eğilmeye çalışırken, kafamın içinde şüphe götürmez bir şekilde O’nu, Kamos’u duydum. “Konuşacak şeylerimiz var; ama şimdi değil. Geliyorlar.” Kafamı çevirdim ve yaklaşan ayak sesleri kulağıma geldi. Sertçe açılan kapıdan, peşinde bir başka doktor ve Milas ile içeri giren Lila boynuma sarıldı.
Odadaki diğer doktoru hatırlıyordum; bana merhaba bile demeden sorduğu ilk soru karşısında şaşırdım: “Bağlarınızı kim çözdü?!” Milas’la göz göze geldim, o da kaşları havada, cevabımı bekliyordu. “Görevli bir arkadaş uğramıştı ve ben de çok susamıştım. Rica ettim, kırmadı.” Zihnimin içinden bir kıkırdama geldi.
Doktor bozulduysa da üstelemedi. Odada geçirdiğim süre boyunca, bir önceki gece yaşadığım krizle herhangi bir bağlantı olup olmadığını anlamak için beyin aktivitelerim gözlem altına alınmıştı. Ben elektrotları sökene kadar ki gözlemlere göre EEG ölçümlerim, aynı uyku döneminde olduğu gibi sıradışı değerler göstermişti. “Eğer sizin için de uygun olursa,” diye devam etti doktor, “MR sonuçlarınız çıkana kadar sizi müşahede altında tutmak isteriz.” Lila, bu kez hastane masrafının sigortamdan karşılanacağını ve hiçbir şey ödememe gerek olmadığını söyledi. Kendimi iyi hissetmiyordum ve durumu da daha iyi anlayabilmek için kabul ettim.
Saat oldukça geç olduğundan, Milas ve Lila yanımdan ayrıldı. Lila geçen akşamki gibi nöbetçi olmasa da odasında uyuyacaktı. “Herhangi bir sıkıntın olursa ara beni.” dedi ve yanımdan ayrıldı. Akşam vakti planda olmayan, iyi bir uyku çektiğimden, henüz uykum gelmemişti. Nöbetçi hemşire ile anlaştık, bir saat sonra ölçümlerim için gerekli hazırlıkları yapmak üzere geleceğini söyledi.
Nihayet yalnız kalmıştım.Odanın camından dışarıyı izlemeye başladım. “Ekim” Sesin geldiği yere döndüm ancak kimse yoktu. Deliriyor muydum? Aklıma ilk geleni yaptım, boşluğa doğru usulca fısıldadım: “Kamos”
Yatağın kenarında kıvrılan gece siyahı kuyruğu gördüm önce. Kalbim gümbür gümbür atmaya başlamıştı. Ancak rüyalarımda görebileceğim güzellikteki kara kedi karşımdaydı. “Neler oluyor bana?” Kedinin ağzından bir ses çıkmadı ama kafamın içinde Kamos’un ipeksi sesini duydum. “Yeteneğin beni yaşayanların arasına getiriyor, olan bu. Sayısız yıldan sonra Kamos dünyayı yeniden adımlayacak.”
Artık iyice yakınıma gelen kedi, yumuşacık tüyleriyle bacaklarıma sürtünüyordu. Birden içimi müthiş bir korku kapladı. “Beni rahat bırak!” diye bağırıp, kapıya doğru bir hamle yaptım. Kapı olan yerde, duvarın pürüzsüz bir şekilde devam ettiğini gördüm. Kedi bir kez miyavladı. “Kamos yalnız gelmez. Rüyaları da beraberinde getirir.”
“Bu nasıl olur? Kapı… Kapıya ne oldu?” Kedinin gözleri üzerimdeydi. “Bir yalan söyledim ve tüm dünya buna inandı. Bir rüya oldum ve herkes bunu gördü. Uyanamadıktan sonra bir rüyayı gerçeklerden nasıl ayırt edebilirsin?” Dudaklarımı gıdıklayan tuzlu terin tadını hissettim. Etimi sertçe çimdikledim; uyanmak, kendime gelmek istiyordum.
“Karabasan,” dedi, “benim varlığıma verdikleri isimlerden yalnızca birisi. Bilinçli rüyalar benim besinim gibidir. Onlar var oldukça ben de var olurum.” Kedi bacaklarıma sürtünüyordu. “Korkmanı gerektirecek bir şey yok, korkunun olacaklara bir faydası da yok. Birlikte çok güzel tecrübeler yaşayacağız.”
Son sözlerini takiben olan şeyi ancak şu şekilde açıklayabiliyorum: Uyudum. Bir anda karanlık ve uyku üzerime çöktü. Daha da tuhaf olanıysa, rüyamda kendimi, odayı, her şeyi aynı şekilde görmeye devam ediyordum. Gülümsediğimi hissediyordum. Elimi duvara doğru salladım ve kapı tekrar olması gereken yerde belirdi, yavaşça açıldı. Hafif, dans edercesine adımlarla koridora çıktım.
Birkaç adım attım ki, arkamdan gelen ses beni durdurdu. “Hanımefendi… Hanımefendi!” Döndüm ve nöbetçi hemşireyle yüz yüze geldim. “Müşahede altında olmanız lazım. Gelin sizi yerinize yatıralım ve elektrotlarınızı takalım.” Gözlerine baktım, bir an. İçlerine, ötesine. “Dilek Hanım, iki gece önce rüyanızda kendinizi baş hekimin kollarında gördünüz. Ne keyifli ve tutkulu bir rüyaydı ama!” Kadının ağzı açıldı ama içinden tek kelime çıkmadı. Gözlerindeki şaşkınlığın yerini alan kızgınlığı görebiliyordum. Kısa ve pes bir kahkaha, kendi kahkaham kulaklarımı gıdıkladı. “Git, evindeydin bütün gün, kendini iyi hissetmiyorsun.” Elimi hafifçe sallamamla kadının geriye doğru savrulması bir oldu. Hemşire, koridor boyunca hafifçe sürüklenirken, git gide silikleşti. Koridorun sonuna varamadan havaya karışıp gitti. Kamos konuştu: “Bir yalan daha ve hop! Gerçek oldu bile…”
Sonu olmayan, delice bir rüyanın ilk dakikalarıydı.
Kamos’un Rüyası
Vücudumun kontrolü bende olmadığı halde ilerlemeye devam ettim. Bir yandan da zihnim hiç olmadığı kadar açıktı. Aklıma aynı anda binlerce imge doluşuyordu; ve bazıları hakkında hiçbir fikrim yoktu! Akşam vakti olduğundan hastane sakindi. Merdivenlerden giriş kata indim. Kapıya doğru yöneldim. “Ekim!” Asansörlerin oradan bana hayretle bakmakta olan Lila’yı gördüm. Bana doğru acele adımlarla yaklaşırken “Ne oldu, nereye gidiyorsun?” diye sordu. “Hem.. Üstündeki de neyin nesi?!” O anda kıyafetimin değişmiş olduğunu hayretle fark ettim. Gösterişli, siyah ve ortaçağ kraliyet eğlenceleri için gayet uygun sayılabilecek, etekleri yerlere kadar sürünen bir elbise giyiyordum.
Lila’ya baktım, daha doğrusu Kamos’la birlikte baktık. “Ben doktorum, mesaim bitti.” Lila bir an gözlerini kırpıştırdı. Sonra, “Kusura bakmayın doktor hanım.” deyip, arkasını döndü. En yakın arkadaşım kim olduğumu bilmiyordu! Gitmek üzereyken, içimdeki tüm hüzün ve öfkeyle birlikte arkasından seslenmek istedim. “Lila!”
Kafamın içinde bir camın kırıldığını, parçalara ayrıldığını hissettim. Lila tekrar döndü, “Ekim?! Neler oluyor burada? Biraz önce bana ne dedin?” Omuzlarından tuttum, kontrol tekrar bendeydi ve ne kadar vaktim olduğunu bilmiyordum. “Dinle beni, çok vaktim yok. Beni hemen uyutmanız lazım. Hemen!” Tüm bu olan biteni anlatmanın bir anlamı yoktu, kendim bile inanamıyordum. Onun yerine, Kamos’u ikinci bir kişilik, bir tür şizofrenik problem gibi anlattım. “Şalterler kapanıyor, kendimi kaybediyorum.” dedim. Bu sırada onun odasına doğru yollanmıştık. “Anlamadığım çok şey var.” dedi, “Eğer durum dediğin gibiyse, hiç risk almayıp direkt sana bir sakinleştirici verelim ve MR sonuçlarını bekleyelim.” Durdu, “Açık konuşacağım Ekim, bir tümör de buna sebep olabilir. Bir anda ortaya çıkan şizofrenik belirtileri başka nasıl açıklayabilirim, bilmiyorum.”
İlk ulaşmaya çalıştığı görevli yoktu, evde uyuyakalmıştı. Bana göreyse şizofrenik kişiliğim Kamos, onu başhekimle cilveleştiği rüyasına geri göndermişti. Diğer görevli elinde sakinleştirici ve şırıngayla birlikte geldi. Odama doğru yollandılar; ancak onları durdurdum. “Lütfen, gerçekten çok endişeliyim ve ne kadar vaktim olduğunu bilmiyorum.” Bunun üzerine, Lila’nın masasının karşısındaki koltuklardan birine oturttular beni.
Kamos’u hissettiğimde Lila yanımda, elimi tutmuş bana bakıyor, görevli ise sakinleştiriciyi çektiği şırınganın havasını alıyordu. Varlığını tüm benliğimde, içimde, etrafımda, vücudumun her hücresinde aynı anda hissettim. Anlık karanlık ve takip eden rüya hissi geri geldi. Artık Kamos’a ait olan vücudum ayağa kalktı. Kamos’un öfkesinin şiddetiyle titriyordu. “Yanın!” diye bağırdı. Tek kelime; ve bir an sonra dehşet içinde Lila ve görevli hemşirenin alevler içinde kaldığını gördüm.
Çığlık atmaya çalıştım; ancak yapamadım. Kontrolü bu kez daha güçlüydü. Zihnimdeki gülüşüyse çirkin ve hem mide bulandırıcı hem de korkutucuydu. “Henüz işim bitmedi seninle Ekim.” dedi dişlerini (dişlerimi) sıkarak. Alevlerin yayılmaya başladığı oda gözden kaybolurken fısıldadı, “Milas’ı ziyarete gidiyoruz.”
Bir sonraki an Milas’ın evindeydik. “Aaaah!” Bizi görmenin şokuyla içtiği kahveyi üzerine döken, şaşkınlığı kadar canının acısıyla da çığlık atan Milas’a bakıyordum. “Ekim! Ekim, ne işin var burada!” Ayağa kalkıp üzerini silkelemeye başladı. Kamos olan ben, gülümsedim. “Milas, sevgili Milas! Burası sence de biraz fazla sıcak değil mi?” Milas artık çıplaktı!
“Bu kısmı sana özel düşündüm Ekim. Dehşet kadar insan ruhunu besleyen pek az şey vardır.” Milas’a doğru iki adım attı ve konuştu: “İnsan yediğine, içtiğine dikkat etmeli. Bak, nefes boruna kaçan kahve yüzünden nefes alamıyorsun.” Milas’ın elleri boğazına gitti, rengi anında kızardı, ayakta nefes alabilmek için çırpınmaya başladı. “Dur!” diye haykırdım. Bu sefer ses gerçekten de benden çıkmıştı; ama Kamos’u durduramadım. Milas yere yığıldı, gözlerimin önünde ölüyordu.
Çaresizlik ve ümitsizlik etrafı sarmıştı. Hızla düşündüm, geçen sefer kontrolü bana veren neydi? Yeniden tüm duygularımı, düşüncelerimi Milas’a yönlendirmeyi denedim ve haykırdım, “Milas!” Zihnimin içindeki parçalanma sesini duydum. Kontrol bendeydi. Şimdi imkansızı benim denemem gerekiyordu. “Milas, boğulmuyorsun, sadece düştün ve ben hastanedeyim.” Tüm dünya sallandı adeta. Milas’ın evinin loş ışığı dumana doğuldu, öksürmeye başladım. Lila’nın odasına dönmüştüm. Ortamdaki yanık et kokusu korkunçtu. “Bu yangın gerçekleşmedi, hiç kimse yanmadı.” Aklıma geleni söylüyordum. Dumanlar yok oldu, Lila ve görevli hemşireyi şaşkın şaşkın ayakta dikilirken buldum.
“Neler oldu? Ekim, neden ayaktasın?” Tam ağzımı açarken Kamos’un yeniden geldiğini hissettim. Son bir gayretle hemşirenin elinden şırıngayı kaptım ve omzuma saplayarak, sakinleştiriciyi zerk ettim. Huzur ve karanlık aynı anda geldi. Rüyalar da…
Bu kez kendime rüyalarda sürüklenme lüksünü veremezdim. Kamos’un sözlerini hatırladım; eğer söylediği gibi yetenekliysem, bu zamana kadar gördüğüm rüyalar hep başkalarına aitti. Zihnimde belli bir varlığı, Kamos’u, kara kedi görüntüsüyle canlandırdım. Yeterince odaklanırsam, belki onunla karşılaşabilirdim. Ancak şaşırtıcı bir şekilde, kendimi bir anda simsiyah, büyük bir kara kedi olarak buldum. Kamos’tum artık ya da Kamos’un rüya alemindeki cismiyle bir olmuştum. Sinirli olduğunu hissettiğim kedi etrafa bakıyor, adeta nereye gideceğine karar vermeye çalışıyordu. Boşlukta bir adım attı ve ilerlemeye başladı.
İçinde bulunduğum çevre sürekli değişiyordu; bir insanın rüyasından, bir başkasınınkine zıplayıp duruyordum. Gördüğüm her rüya, bir sonrakine geçmeden önce zifiri bir karanlıkla sona eriyordu. Kamos’la bir olmuştuk.
Benim yeteneğimi kullanarak dünyayı kontrol edebilmişti. Aynı şeyi ben yapamaz mıydım? Tüm irademle bu rüya akışının durmasını diledim. Ben olan kediden bir “Miyav!” sesi çıktı ve rüya akışı durdu. Koyu karanlıkta öylece, gergin ve tetikte duruyordu. “Kamos!” dedim,”Bana suretini göster!”
Kamos gitti; daha doğrusu, kara kedi artık yalnızca bendim. Uzakta bir aydınlanma oldu. Hayatımda ne etrafta ne de filmlerde görebildiğim, altı ayaklı, tuhaf bir yaratığın hatları ortaya çıktı. Yüzü gövdesinin ortasında, iki uğursuz göz ve ip gibi ince, geniş bir ağızdan oluşuyordu. Ayakları üzerinde durur gibiydi; ancak gövdesi ağır kalmış, içinde bulunduğumuz hayali zemine daha yakın duruyordu. Yaratık bana, dev bir örümceği andırıyordu. Bana zarar veremeyeceğini biliyordum çünkü Kamos’un dünyama girebilmek için attığı riskli adım geri tepmişti. Burada kontrol bendeydi. Yavaşça yaklaştım, yanına kadar geldim. Kıpırdayamıyordu; ancak panik halindeki gözleri korkusunu ele veriyordu. “Bundan sonra sana rüya yok.” dedim.
Üzerine çıktım. Kamos’un, nam-ı diğer Karabasan’ın üzerine çöken, O’nu hareketsiz kılan dev kara kediyi orada, kendi rüyasının içinde bıraktım.
Dünyanın En Eski Rüyasından, En Yeni Gerçeğine…
Uyandım, yavaşça. Hastane odasının kokusu ciğerlerimden beynime, nerede olduğum bilgisini gönderdi. Gözlerimi açtığımda, bana bakan Milas’la karşılaştılar. Elini tuttum ve sıktım. “İyiyim” dedim, bir şey sormasına mahal vermeden, “artık iyiyim.” Milas bana hüzünlü gözlerle bakıyordu. “Bir tedavi süreci başlatıyorlar.” dedi, “MR sonuçların temiz çıktı; ama bu psikolojik sorunu birlikte ve zamanla çözeceğiz.”
Kafam karışmıştı. Ne tedavisi? Ama sonra hatırladım, kişilik sorunu, Kamos için Lila’ya uydurduğum bir bahaneydi ve şimdi başıma iş açtığını hissediyordum. “Artık onu hissetmiyorum,” dedim, “artık tamamen iyileştim, gerçekten.” Milas yüzümü okşadı. “Çok daha iyi olacaksın, sadece biraz doktorlara güvenmemiz lazım.”
Panik etrafımı sardı, ne kadar süreyle? Yalanım başıma iş açmıştı ve daha da açacağa benziyordu. Birden aklıma Kamos’un cümlesi geldi: Bir yalan söyle ve …
“Ben hasta değilim, hatta hastanede bile değiliz. Senin evindeyiz.”
Hiçbir şey olmadı. Milas’ın alnındaki çizgilerin derinleşmesi dışında. Sadece… Bir an etrafın titrediğini hissettim. Bir yalan söyle… Dünyadan önce kendim inanmalıydım, işin sırrı buydu. Gözlerimi kapadım, düşüncelerimi odakladım ve söylediğim şeyi hayal ettim: “Evdeyiz şu anda, sen ve ben. Başbaşa.” Şiddetli bir titreme daha hissettim.
Loş ışığa gözlerimi açtım.