Öykü


İsmail Amca
Yazar: Eren Kasapoğlu
Tarih: 21 Nisan 2019
İnsan aşkı ve mutluluğu kendi kişisel dünyasında yaşar. Her ne kadar kelime karşılıkları genel geçer çizgilerle çevrelenmişse de aslında bu kavramlar son derece kişisel ve değişkendir. Örneğin “an”lardan keyif alanlar için mutluluğun sırrı küçük zaman dilimlerinde, bazen saniyelerde saklıdır. Aşk bazen, bir an birleşen bakışların derinliğindeki yoğun, yakıcı bir ışık olur. Bazen kitaptaki bir cümle, tek bir cümle kısacık bir an için insanı yok eder, var eder, gülümsetir, hüzünlendirir, yaşatır ya da öldürür.
Kendimi bu anlık duyguları yaşayanlar içerisinde kabul ederim. Örneğin akşam yorgunluğu içinde sıcak bir fincan kahve eşliğinde ya da açık havada okunan kitap, benim için vazgeçilmez mutluluk anlarından biridir.
Yedi Mart akşamı servisten inip eve doğru yollanırken, aklıma eşimin evde, anahtarımın da yanımda olmadığı geldi. Bu birleşimin kaçınılmaz sonucu, bir yerde çay/kahve içmek ve beklemekti. Onun yerine evin yakınlarındaki parka gittim. Gürültücü ergenler ve çocuklu annelere görece uzak, boş bir banka oturdum.
Kitabımı açtım: Ray Bradbury – Resimli Adam, mental bir vakumla zihnimi derhal içine çekti; her bir kelimenin bir duyguya, bir hisse, bir kokuya, bir tada, bazen bir hüzne, korkuya ve pek çok kez de bunların birkaçına birden yol açtığı enfes öyküler tarafından büyük bir keyifle alıkondum. Sayfa sayfa, etraftaki ses kirliliğinden sıyrılarak, kendimi öykülerin akışına bıraktım.
Bilmem kaçıncı sayfaydı, bir hikâyenin ortası, belki yeni bir dünyanın girişiydi hatırlamıyorum. Güneşle, kitapla, öyküyle, Bradbury ile arama bir şey, daha doğrusu birisi girdi. Kafamı kaldırdım, “ak sakallı dede” yüzünde bir parça tebessümle bana doğru bir adım daha attı. İçinde bulunduğum hayâl dünyasından güç bela gerçekliğe döndüm.
İnsan böyle zamanlarda tuhaf şeyleri ve büyük bir hızla düşünebiliyor. Örneğin bana doğru gelen ak sakallı, yaşlıca adamın hemen ardında kalan, parka paralel sokağın karşısındaki cami. Bu camiye kısa bir bakış atıp, adamın cami imamı olabileceğini düşündüm. Yine sağ tarafımda kalan banklardan birinde oturmuş sohbet eden iki ihtiyarı görüp, akşam yürüyüşü yapan, belki emekli, canı sıkılmış bir insan sohbet ihtiyacını gidermek istiyor olabilirdi. Para veya yardım isteyebilirdi.
Üstüme taze düşen gölgenin kaynağına bakarken, kaynak dile geldi: “İnsan parkta oturmuş dinlenirken, hele bir de keyifle kitabını okurken, bir başkasının gelip onu bölmesi hiç hoş değil, değil mi?”
Ne denir ki? Kesin bir dilenci olmalı (iç sesim aynen bunu söylüyordu); dayanamadım, “Evet.” dedim. “Evet mi?” dedi. Ben “Yani…” diye başlayıp bir şeyler geveleyecekken, o hiç bunu sormamış gibi devam etti: “Şu ileriki bankta bir arkadaşımla konuşuyordum, sohbetimiz bitti, evlere dağılmak üzere kalktık. Sonra sizi gördüm, iki kelam edeyim dedim.”
İki kelam diye girdi kitapla arama İsmail Amca, iki saate yakın sohbet ettik.
Bir an önce gitmesini umarken, bir anda kendimi koyu bir muhabbetin içinde bulmuş, İsmail Amca’nın düzgün ve akıcı konuşması, aydın fikirleri ve isabetli tahminleri ile keyifli bir şaşkınlık içine düşmüştüm. Kendisi iş hayatının son döneminde okul müdürlüğü yapmış bir öğretmen emeklisiydi. Ruhun enerjisi dışa vurmuş, içi hayat dolu gözlerle bir yandan beni içten içe incelerken, bir yandan da hayattan, insanlardan ve daha pek çok konudan lafladık.
“Din, inançlar,” dedi ve hiç unutmuyorum; “hepsi kendisinden öncekilerden alıntıdır. Bir dinin yoktan var olmuş gibi, kendisinden öncekilerden bağımsız, onlardan tamamen farklı olduğunu göremezsin. Çünkü öyle olsaydı kimse inanmazdı!”
Bütün kitapları okumuş, Kuran ve Tevrat’ın birden fazla yorumunu incelemişti. “Ama sonra,” dedi gülerek, “gerçeğin ta kendisini görünce, insan aptallığına hayret ediyor.” Bir şey anlamadığımı görünce ekledi, “İnsan bu yaşa kadar gelince bilir böyle şeyleri. Elbet sen de göreceksin.” Son sözleri ile ciddileşmişti.
Maalesef kanser olduğunu ve kemoterapiye gireceğini de öğrenmiş oldum. Kendisine tedavisi ile ilgili kolaylıklar dilediğimde, bana sadece gülümseyip, “Öncekinde de biraz zorlanmıştım ama sorun değil.” dedi. Yaşın getirdiği karamsarlık, kadercilik, teslimiyet bu adamı es geçmiş ya da gözlerindeki enerjiden korkup kaçmıştı.
Vedalaşırken aklıma telefonunu almak ve en azından bir hal ve hatırını sormak geldi; ama yapmadım. Zaten yakın oturuyorduk ve hemen hemen her gün parkın önünden geçtiğim için karşılaşacağımızı düşündüm.
O koyu sohbetten ve en sonunda aksi yönlere doğru dağıldıktan sonra sık sık parka uğradım ama İsmail Amca’yı göremedim. Bana söylediği kemoterapi süresi bir haftalıktı ve hesabıma göre bitmiş olmalıydı. Parkta rastladığım, yaş olarak İsmail Amca’ya yakın gözüken birkaç beyefendiye sordum, tanıyan çıkmadı. Artık özellikle yolumu park üzerinden geçiriyor, her gün bakıyordum.
En son artık dayanamadım. Bana söylediklerinden hatırladığım kadarı ile aramızda birkaç apartmanlık bir fark vardı ama yönünü bilmiyordum. Ben de şüphe çekmeden, her gün bir-iki apartmanın görevlisi veya yoluma çıkan sakini ile görüşerek İsmail Amca’yı sormaya başladım.
Baktığım kaçıncı apartmandı hatırlamıyorum. Apartman görevlisi adam, aynı zamanda mahallenin de gediklisi, meraklı bir tip çıktı. Eşkâlini güzelce tarif ettirdi bana. Konuşmalarına kadar anlatınca “Hey gidi İsmail Amca, tanımam mı yahu!” dedi, “Güleç yüzlü, masmavi gözlü, Müdür derdik biz ona. Aha şurada oturuyordu.” Gösterdiği yer, ilk baktığım apartmanlardan biriydi. “Ama geç kaldın abim, İsmail Amca vefat etti.” diye de ekledi.
Üzüntüm, kelimeler ağzımdan çıkmadan yüzüme yansımış olmalıydı, hüzünlü bir gülümseme ile teselli etti beni. Keşke telefonumu alsaydım diye geçirdim içimden. Sonra aklıma geldi: “Ya peki ben oraya gittim ve hem apartman görevlisine hem de orada yaşayan birine sordum. Kimse tanımadı?”
“Oranın gapıcısı bilmez abim.” dedi çok bilmiş, “Yenidir o. İsmail Amca vefat ettikten iki yıl sonra taşındı o dairedekiler. Nereden baksan beş yıldır başkası oturuyor. Yöneticiye falan sorsan, anca o bilirdi.”
Şaşkınlık ve sonrası malum; o değildir, isim benzerliğidir herhalde dedim. Sanki kamera şakası gibi çok bilmiş adam her detayı, bire bir aynı olarak tarif etti. Düzgün aksanından, giyim kuşamına, sakalına kadar. İsmail Amca, hem de Müdür diyorlar; mümkün değil bir başkası ile karışması! Nihayetinde kafam karma karışık eve döndüm.
Dünya dönmeye devam etti. Günler, geceler birbirini kovalarken, mevsim yağmurları şehrin üstündeki tozu, pisliği üzerimize işledi durdu. Yağmurun kesildiği, güneşin, yaklaşan yaza dair kopya verdiği bir Nisan gününde, yine parkta oturmuş bu sefer tamamen keyfî kitap okuyordum ki, O’nu gördüm.
İsmail Amca bu sefer farklı bir yönden yaklaştı yanıma. Ayağa kalktım, göz göze geldik. Kendimi bir sırrı paylaşıyormuşuz gibi hissediyordum. Aklıma bir sürü şey geliyordu ve ne diyeceğimi düşünürken, o lafa girdi: “Sana demiştim. Bazı şeyleri benim yaşıma gelince anlarsın. Tabi bir anlatan olmazsa.” Gülümsedi; gülümsemesi yürek ısıtan cinstendi.
“Evlat,” dedi, “sana anlatmam gereken o kadar çok şey var ki.” Koluma girdi. Bir eline okuduğum kitabı alıp, arka yazısına göz atmaya başladı. Ağır ağır parkın içinde ilerlerken, etraftaki oyun sesleri ve konuşmalar, salıncak demirlerinin paslı gıcırtıları, güneşi uğurlayan ya da akşamı selamlayan kuş cıvıltıları, araba motoru ve korna sesleri, yavaş yavaş etrafı saran loş alacakaranlık tarafından yutuluyordu.
İsmail Amca anlatıyor, ben soruyordum. Gerçeğe hiç olmadığım kadar yakın olmanın verdiği heyecan ve bilgi açlığı ile ağzından çıkan her kelimeyi beynimde sindirirken, gecenin içine doğru yürümeye devam ettik…