Öykü

Bürokrasi Sular Altında

Yazar: Eren Kasapoğlu
Tarih: 28 Ekim 2021

Küresel Islanma

O yıllarda yağan yağmurun şiddeti, mevcut deyimleri, sırılsıklam olmuş ağızlara hapsetmiş, bu anomaliyi anlatabilmek için yepyeni deyimlere yol görünmüştü. “Baraj kapakları açıldı!” deniyordu mesela. Durmadan, yorulmadan günleri, bazen haftaları bulan yağmur geçişleri, insanların yaşam tarzlarını, hayatlarını etkiliyor, hatta tüm dünyadaki ekosistemin ayarlarıyla oynuyordu.

Günlük hayatı bu kadar etkileyen yağmur, elbette insanların en önemli gündem maddelerinin de başında geliyordu. Üzerinde fikir birliğine varılan temel konu, yağışların bir sebep değil, bir sonuç ya da gösterge olduğuydu: Yüzyıllardır kirletilen, tüketilen, tükenen dünyanın ecel terleri, tüm dünya yüzeyini, üstündeki canlılarla birlikte yutmaya başlamıştı.

Nihayet bir haber kaynağı, yeni dönemin bu yeni normaline göre uydurduğu ismi sitesinde yayınladı: Küresel Islanma.

Gelişen teknoloji sayesinde yapılan, son derece isabetli uzun dönem tahminler, iklim ve buna bağlı olarak değişen sıcaklık değerleri ve dünya coğrafyası şartlarındaki bu değişimle ilgili iki senaryo üzerinde hemfikirdi: Birincisi, hava şartları uzun vadede (tahminlere göre en az birkaç yüzyıl sürecek kadar uzun vadede) bu şekilde devam edecekti. İkincisi ise iklim değişimine bağlı en büyük etkinin, yükselen deniz seviyeleri olacağıydı.

Tahminleri desteklercesine ısınan hava, değişen okyanus sıcaklıkları ve akıntılar, eriyen buzullar tüm iklim koşullarını değiştirdi. Mevcut coğrafya tehdit altındaydı. Çözüm arayışları başladı.

Uzayın Karanlığına Atılan Boş Bakışlar

Teknolojideki muazzam gelişmeler, uzayda kapalı bir ekosistem kurmaya, uzayın boşluğunda uzun süre sağ kalmaya imkan veren, büyük yolcu gemileri inşa etmeye fazlasıyla yeterliydi. Güçlü nükleer elektrik motorlarının ivmelendirdiği ve uzun yollar kat etmesi için gerekli olan hareket sürekliliğinin, iyon itki motorları aracılığı ile sağlandığı yeni nesil gemilerle, ışık hızının yaklaşık yüz ellide birine ulaşılabilmekteydi. Bu hızla Dünya – Mars arası, gezegenlerin yörüngeleri de dahil edildiğinde, ortalama olarak otuz saatten biraz fazla bir sürede katedilebilirdi. Ancak ilk baştaki kalkış prosedürleri, ivmelenme ve iniş sürecinde kademe kademe gerçekleştirilmesi gereken yavaşlama da göz önüne alındığında, ortalama bir mesafedeki Mars’a, yaklaşık yüz on saatte gidilebiliyordu.

“Mars’da hayat” planları hızla incelendi ve aynı hızda çöpe atıldı.

Bir kere Mars’da kalıcı bir yaşam oluşturabilmek için gerekli alt yapının kurulması, ilk insanların yaşamaya başlayabilmesi için gereken süre içerisinde, dünyanın çoktan sular altında kalacağı öngörülüyordu. Diğer yandan, yapılan detaylı araştırmalar, kaynak incelemeleri ve hesaplamalarla, nüfusun on binde birini dünya atmosferinin üzerine çıkarmak için bile yeterli doğal kaynak olmadığı ortaya çıktı. İnsanlığın Kuantum Çağında geliştirdiği muazzam teknoloji, yetersiz kaynaklar yüzünden, bir televizyon kanalının deyimiyle insana benzetilmek istenen bir farenin yüzüne yapılan makyaj kadar etkili olabilmişti.

Bakışların odağı, uzayın karanlığından yeniden dünyaya döndü.

Sular Altında Kalsak Da Buradayız

Ülkelerin ortak katılımıyla oluşturulan bir araştırma grubu, uzayda kolonileşme planları incelendikten ve bir çıkar yol bulunamamasından sonra, mevcut kaynakların nasıl en etkin bir şekilde kullanılabileceği üzerine çalışmalarına devam etti. Kısa zamanda da bambaşka bir yaklaşım geliştirdiler. Madem değişen iklim ve coğrafya dünyayı sular altında bırakacaktı, o zaman insan ırkı suyun altında yaşamanın bir yolunu bulabilirdi. Hesaplar, uzay göçüne yetmeyen kaynaklarla su altında büyük yaşam alanları kurulabileceğini gösteriyordu. Üstelik bu planda bir yolculuk süresi yoktu. İnşaatları, uzun dönem testleri ile birlikte yaklaşık seksen yıllık bir inşa süreci, su altında yaşanabilir ilk şehirlerin kurulması için yeterli olabilecekti.

Bu planın bir başka avantajı ise, sualtı yaşamı oluşturulduktan sonra, gerekli durumlarda karaya erişimin olabilmesi, kaynak eksikliği gibi sıkıntıların daha hızlı çözülebilmesi ihtimaliydi.

Deniz suyu yükselmeye, kıtaları lokma lokma yutmaya devam ediyordu. Okyanuslarda hızla artan termal genişlemede en büyük pay, doğal olarak Grönland ve Antartika’daki buzul erimelerine aitti. Projenin geliştirildiği sene, deniz suyu seviyesinde ortalama dört santimlik bir artış gerçekleşti.

Hemen hemen tüm dünya ülkelerinin ortak katkısıyla fonlanan araştırma grubu, projenin teknik detaylarını ve kaynak hesaplarını tamamladıktan sonra maliyetler üzerinde çalışmaya başladı. Artık “geleceğin şehirleri” için uygun noktalar tespit ediliyor, tasarımcılar ve bilim insanları, yaptıkları ortak çalışmalarla sualtı şehirlerini en ince detaylarına kadar planlıyordu. Kuzey ve Güney Pasifik’de ikişer, Kuzey ve Güney Atlantik’de üçer, Hint Okyanusu’nda iki ve Norveç Denizi’nde bir su altı şehri kurulmasına karar verildi.

“Biz”den Olmayan Giremez

İnşaatların başlamasıyla beraber, projenin demografik ve sosyolojik planlamasına geçildi. Çin, Japonya, Kore üçlüsündeki gibi birbirine coğrafi olarak yakın ancak birbiriyle iyi ilişkileri olmayan ülkelerle ortak komisyonlar kuruldu. Tüm komisyonların katıldığı toplantılar düzenlendi. Yapılan görüşmeler sonucunda, sualtında yaşamın bir zorunluluk olmaması, gönüllülük ilkesine dayalı olması gerektiği kararına varıldı.

Bunun en büyük iki sebebinden biri, insanları istemedikleri bir nüfus yapısının içine zorla koymanın olası kaotik etkileri, diğeriyse su altı şehirlerinin dünya nüfusunun tamamını kaldıracak kapasiteye sahip olmamalarıydı. Komisyonların sonucunda yapılan tespitlere göre, bu ülkelere ait nüfusların büyük bir kısmı, aslında ülkeler arası bu anlaşmazlıkları zerre kadar önemsemezken, azınlık, ancak kayda değer bir kısım ise diğer ülke insanlarıyla birlikte yaşamaya son derece karşıydı. Yaklaşık aynı oranda bir kitle ise, milliyetçi bir bakış açısına sahip olmamasına rağmen, su altı yaşamı yerine, yüksek rakımlı bir bölgeye göç etme riskini almaya hazır görünüyordu.

Diğer yandan Afrika ve Ortadoğu meseleleri vardı.

Küresel değişimden iyi yönde etkilenen bu iki bölgeye, hali hazırda göç başlamıştı. Süregiden inşaatlar henüz sekizinci yılındayken “Ortadoğu Birleşik Krallığı” kuruldu. Değişen coğrafya ile avantajlı hale gelen bu bölgede, dünyanın çeşitli yerlerinden göçenlerin oluşturduğu, üstelik kalifikasyonlarına ve ihtiyaca göre istedikleri şekilde kabul edip, reddedebildikleri, bir nevi şekillendirdikleri bir nüfus yapısı oluşmaya başladı. Bölge kısa zamanda, gördüğü talep yüzünden, tüm dünyanın karşısında durabilen yeni bir süper güç haline geldi.

Afrika’da ise işler farklı ilerledi. Küresel Islanma’dan kaçan, sualtını istemeyen nüfusun büyük çoğunluğunu bünyesinde barındıracak bir hacme sahip kıtada, yepyeni bir yönetim şekli benimsenmişti. Koca kıtanın içinde hiçbir çizili sınır kalmamıştı. Güvenlik, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlara dayalı konular, tüm kıta genelinde, eşitlik ilkesi temelinde ele alınıyordu. Bu yeni oluşuma Yeni Ütopya ismi verildi.

İnşaatların ellinci yılına gelindiğinde, artık bilinen coğrafya değişmiş, kıtaların hacmi küçülmüştü. Nüfus dağılımı kıtaların yüksek yerlerinde ve Afrika’da yoğunlaşmıştı. Hacimsel olarak çok daha küçük olan Ortadoğu’ya sıkışmış, kalabalık nüfus yüzünden, Krallık içerisindeki refah ve huzur kısa zamanda bozulmaya ve güvenlik sorunu, yaşayanlar için bir tehdit haline gelmeye başladı.

Nihayet, önce Krallık, bir yıl ardından da Yeni Ütopya, yaptıkları resmi açıklamalarla, nüfuslarını korumaya yönelik yeni kanunları tüm dünyaya duyurdular. Yeni Ütopya’nın veya Ortadoğu Birleşik Krallığı’nın vatandaşı olmayanların bölgeye girişleri, nadiren izin verdikleri turistik ziyaretler dışında yasaklanmıştı.

Su altı şehirleri yavaş yavaş tamamlanırken, su üstünde oluşan bu yeni medeniyetlerde, bir başka değişim daha oldu; inşaatların tamamlanmasından sonra su altına yerleşmek isteyen, isim yazdıran gönüllüler, kısa sürede medya ve halk tarafından “Okyanus İnsanları” olarak anılmaya başladılar. Bu ayrışmanın ardından ve hali hazırda kalabalık yüzünden sıkıntı yaşayan, başta Krallık olmak üzere, bu kitlenin soluduğu hava dahi göze batmaya başladı. Okyanus İnsanları, bir süre sonra temelli olarak taşınacakları gerekçesiyle, geçici konaklama bölgelerine yerleştirildi. Zor koşullar içinde yaşadıkları, temel kaynak ve ihtiyaçlarından mahrum kaldıkları bölgelerde, eziyet çekerek gün saymaya başladılar. İlerleyen dönemde, bu bölgelerde hırsızlık başta olmak üzere, pek çok suç ve şiddet olayı baş gösterdi. Okyanus İnsanları, kalıcı barınaklardan yoksun, ezilen ve istenmeyen topluluklara dönüşmüştü.

Okyanuslarda Yaşam Ve Sonrası

Sualtı şehirlerinin tamamlanmasının ardından, kontrollü alım sürecine geçildi. Okyanus İnsanları parça parça kalıcı evlerine ve yeni toplum içindeki görev yerlerine yerleştirilmeye başlandı. Son dönemde, içinde bulundukları koşullardan ve göç etmeyenler tarafından gördükleri kötü muameleden nasibini almış insan yığınları, içlerinde yıllardır biriken, “ötekilere” duydukları kalıcı bir kin ve nefretin de etkisiyle, şehirlerine ve birbirlerine sıkı sıkıya bağlanmışlardı. Şehirlerin yönetimi, şehirlerde başlayan yeni nesil yaşamın ikinci yıl dönümünde aldıkları ortak bir kararla, Yeni Ütopya’daki ileri düzey sosyal, demokratik yapının, biraz daha kuralcı ve sistematik bir versiyonunu uygulama kararı aldı. Ancak iş bununla bitmedi.

Çok kısa bir zamanda, su altı şehirleri turistik ziyaretler de dahil, tamamen dış dünyaya kapandı. Kamuoyu yoklaması yapılmış, nüfusun neredeyse tamamı, geçmişte yaşadıklarının da etkisiyle, bu kararın alınmasını sağlamıştı. Diğer yandan okyanus şehirlerinin uzun süre ve incelikle üzerinde çalışılarak tasarlanan, teknolojik ve ekonomik gücünün de kararda etkisi büyük olmuştu. Deniz suyundan içme suyu ve oksijen üretebiliyorlar, hayvancılık ve sualtı tarımıyla, besinlerinin tamamını karşılayabiliyorlardı. Muazzam sualtı akıntıları sayesinde enerji sorunları kökten çözülmüştü. Tüm bunlara ek olarak, hesapta olmayan bir avantaj zaman içerisinde ortaya çıktı: Derin su tabanı madenciliği ile elde ettikleri kaynaklarla, kısa zamanda, dünyanın kalan kısmına rakip olabilecek birer askeri güç haline geldiler.

Yıllar içinde okyanus şehirleriyle kıtalar arasındaki resmi iletişim neredeyse sıfıra indi.

Bu arada yukarıda durumlar gittikçe kötüleşiyordu. Yükselen sular yüzünden, Avustralya tamamen sular altında kalmadan boşaltıldı. Avrupa’nın kıyı ülkeleri, Kuzey ve Güney Amerika da farklı değildi. Artık bu kıtalardaki insan yaşamına elverişli alanlar çok azaldığından, nüfusun büyük bir kısmı, Yeni Ütopya başta olmak üzere, kalan sınırlı bölgelere dağıtıldı.

Nihayet tahmin edilen senaryolardan biri gerçekleşti; gittikçe sıkışan kara nüfusu, gözünü, hayatını sular altında rahat bir şekilde sürdürebilen yeni medeniyete dikti. Kopma noktasına gelen iletişim yerini, resmi ve gergin bir iletişime bıraktı. Sık sık propaganda yayınları ve açıklamalar yapılıyordu. Okyanus İnsanları acımasız, hatta “hayırsızdı”. Geçmişlerini unutmuşlardı; oysa aslında tüm sorun, unutmamalarından kaynaklanıyordu.

Tarihe geçen günde açıklama, Ortadoğu Birleşik Krallığı’ndan geldi: “Bir füzelik işleri var” açıklaması, direkt kralın sözcüsü tarafından yapıldı ve dünya gündemine oturdu. Okyanus şehirleri tüm dünyaya kapılarını açmakla yükümlüydü!

Bu açıklamayı takiben, hem kara hem de deniz medeniyetlerinden, resmi kanallar aracılığıyla karşılıklı açık tehditler savruldu.

Beklenen bir son…

Genç Aisha, eskiden bir tepenin yükseklerine kurulu, şimdiyse denize komşu olan köyün kıyısında balık tutuyordu. Güne iyi başlamış, normalde tuttuğunun neredeyse iki katından fazlasını tutabilmişti. Kovasında çırpınan balıklara şöyle bir göz atarken, uzakta, çok uzakta aniden sudan fırlayan, parlak bir cisim dikkatini çekti. Ardında iz bırakan cisim hızla, geniş bir eğri çizerek, göremediği bir yere doğru kayboldu. Bir an sonra gök gürlemeye başladı. Denizin bittiği tarafta, ufuk çizgisi yakınlarında kocaman bir çiçek açtı.

Avcı Sham, mini denizaltısıyla karanlık okyanusun derinliklerinde, ışıklar içindeki görkemli şehre doğru, yavaşça yol alıyordu. Üzerine bir anda hücum eden balık sürüleriyle arada sırada karşılaşsa da, ilk kez birkaç tanesi denizaltının sağlam camına çarpıp sektiğinde, bir an yüreği ağzına geldi. Üstteki cam bölmeden, şehir ışıklarının, okyanusun kadim karanlığı tarafından yutulan kısmına doğru baktı. Gözleri çok yukarılardan gelen parlak cismi yakaladı. Cisim, şehir ışıklarıyla birlikte renkten renge giriyor, hızla devasa şehre doğru yaklaşıyordu. Cisim yaklaştıkça, görüntüsüyle beraber Sham’in içindeki korku da büyüyordu.