Öykü


Burada İki Kişiye Yer Yok
Yazar: Eren Kasapoğlu
Görsel: Eren Kasapoğlu
Tarih: Eylül 2015
“Ulan Hakan… Aynı anda hem enteresan, hem de itici olmayı başarıyorsun ya, döve döve sevesim geliyor seni!”
…
Uzun yoldayız. Tarlalar, otobanın kenarına konuşlanmış satıcılar görme mesafesine anlık tecavüzler şeklinde girip çıkıyor. Gözlerim bu faillerin üzerinde, boş boş camdan dışarı bakarken konuşuyor: “Sonsuzluğa doğru uzayıp giden otobanları çok seviyorum.”
“Hayır, sevmiyorsun.” diyorum. Cevap yok. Bir süre ikimiz de sessiz kalıyoruz.
“Uzun yolun keyfi her zaman …”
“Otobanları sevmiyorsun! Uzun yola çıkmayı da sevmezsin zaten!” Lafını gerisin geri ağzına tıkıyorum, bu sefer sessiz kalıyor. Neyi sevip sevmediğimi senden öğrenecek değilim.
…
Yola çıkalı birkaç saat olmuş. Medeniyetten şimdilik uzağız. Otobüsün kliması, dışarıdan bizi usul usul, namussuzca kızartan güneşin amacını yeteri kadar gizlemeyi başarıyor. Kastamonu’ya doğru yapılan bir gündüz yolculuğu. Neden yolda olduğum ayrı bir hikâye ve maalesef bu hikâyeyi hâlâ tam olarak bilmiyorum.
Biz uzun yol üzerine kendi aramızda konuşurken, yanımda oturan beyefendi birkaç kez rahatsızlığını dile getirmek istercesine kıpırdandı. Yan yan bakıyor; hak vermiyor değilim. “Kafamın içindeki” adamla yaptığım sohbetlerde, her ne kadar ağzımdan tek bir ses çıkmasa da, özellikle sinirlendiğimde ya da heyecanlandığımda kaşım gözüm oynamaya başlıyor.
Beyefendi en sonunda sessiz bir “Tövbe estağfurullah…” mırıldanıyor. Birden dönüp: “Ne var ulan! Ne var?!” diye bağırıyorum. En önde, şoför koltuğunun yanından periskop gibi uzayan görevli arkadaşın kafasını göz ucuyla seçiyorum. Diğer yolcuları boş ver; ama görevliyle başım derde girerse, kalan yolu yürümek zorunda kalabilirim. Bu arada benim ani çıkışım üzerine beyefendinin gözleri büyüyor, yüzü öfkeyle çarpılıyor. Yaşı ile dalga geçen, seri bir hareketle kalkıp, iki arkamdaki boş koltuğa geçiyor.
Siktir! Bu bağıran ben bile değilim. Arada “o (adının ‘Yusuf’ olduğunu söylüyor)” kontrolü ele alıyor ve böyle zamanlarda kafamın içindeki karıncalanmaya, aşırı bir keyif hissi de ekleniyor. Bunu nasıl yaptığı hakkında hiçbir fikrim yok; neyse ki çaresiz değilim. Hemen kontrolü tekrar alıp, sakinleşmeye çalışıyorum. Eğlendiğini hissediyorum, pislik! Yanımdan kalkıp, iki arka koltuğa geçen adamın söylenmesi kulağıma yarım yamalak geliyor. Sanırım “götü, başı oynuyor” gibi bir şeyler mırıldanıyor. Aynı fikirdeyiz; sadece oynayan yerler konusu net değil.
Kimlik bozukluğu… Bu şekilde doğmadım. Hatta iki sene öncesine kadar herhangi bir belirti dahi yoktu. İç sesiyle hemen hemen herkes kadar konuşan, zihnen sağlıklı, kendi başına bir adamdım. Aslında bizimkileri sırayla son yolculuklarına uğurladıktan sonra, fazlasıyla yalnız kaldım diyebilirim; bununla beraber yalnızlığı seviyordum. Doktorlar, muhtemelen geçirdiğim trafik kazasının şoku yüzünden bu durumun oluştuğunu, bu tür ruhsal rahatsızlıkların, nadiren de olsa tamamen düzelebildiğini söylüyorlar.
İlk belirtiler kazadan iki hafta sonra ortaya çıktı ve o zamana kadar hayatıma birini sokarak yok etmeye çalıştığım yalnızlığımın, aslında ne kadar büyük bir ayrıcalık ve lüks olduğunu, zor yoldan öğrenmeye başladım. Kaza diyorum, belki de cinayet demeliyim. Gecenin bir vakti boş yolda hızımı almış giderken, aniden yolun ortasına fırlayan herifin birine çarptım. Hani, şeytan ayrıntıda gizlidir derler ya; olay anındaki iki, bilemedin üç saniyenin zihnimde o kadar canlı bir hatırası var ki; bütün detaylar, o ânı defalarca ve ağır çekimde yaşamışım gibi aklımda.
Adam otuzlarında, muhtemelen kimsesiz, evsiz bir garibandı. Üzerinde kimlik bile bulamadılar. Kaza anında ellerini kendine siper etmeye çalışmış olmalıydı. Ellerinden biri kırılmadan önce, ön cama öyle sert çarptı ki, cam tam çarptığı yerden un ufak oldu. Çarparken ki yüz ifadesini, saniyenin kim bilir kaçta biri süresince görebilmişimdir; ama hâlâ çok net hatırlıyorum. Korku ve şok ile açılmış gözleri bir anda benimkilerle buluşmuştu. O sırada çok sert bir fren yaptığım için, yüzüm cama, emniyet kemerinin elverdiğince yaklaşmış, neredeyse kurbanımla dudak dudağa gelmiştim. Sonra tüm şiddeti ile cama yapıştı ve yemeğini ziyadesiyle yemiş bir sivrisinek gibi camın üstünde patladı! En azından bana öyle gelmişti. Cam yer yer, kıpkırmızı kanla boyanmış, arabanın son saniyedeki durma çabaları ile o kan da aşağı doğru meyletmişti.
İşte tüm bu detaylar, defalarca rüyalarıma girdi. O adamı tekrar ve tekrar öldürdüm.
Kaza sonrası o saatte boş olan yoldan, bir süre hiçbir araç geçmedi. Karşı şeritten geçen bir arabanın polise haber verdiğini tahmin ediyorum; çünkü ben kazanın şoku ile ne yerimden kıpırdayabilmiş, ne de herhangi bir yeri arayabilmiştim. Gözlerimi kapattım ve bir süre sonra sesi giderek yaklaşan ambulansı bekledim.
Olay böylece sonlandı ya da sonlandırıldı demeliyim. İlçe emniyet müdürü olan en büyük abimin araya girmesiyle resmî kayıt tutulmadı. Bunda, adamın üzerinden kimlik çıkmamasının ve adamı arayan soran kimsenin olmamasının da etkisi vardı tabi. Ben ise henüz olayın o boyutunu düşünecek durumda değildim. Fiziksel olarak, emniyet kemerinin incittiği kaburgalarım dışında sapasağlamdım. Ancak kaza sırasında geçirdiğim zihinsel travmayı atlatamamıştım. Kazayı takip eden iki hafta boyunca, gecede en az bir-iki kez, çığlık atarak uyandığımı hatırlıyorum.
Onun varlığını ilk defa kazadan üç ay kadar sonra hissettim. İlk başlarda kafamın içinde bir var-bir yok gibiydi (aslına bakarsanız hâlâ da o şekilde hissediyorum, sadece artık beni daha nadir terk ediyor). Beynimde ikinci bir bilinç, bir varlık, sessiz bir gözlemci. Gözlerimi, benim dünyama açılan pencereler gibi kullanıp, hayatımı izliyor, gözlüyor. Onu nasıl fark ettiğimi bilmiyorum. Aklınıza gelen bir fikir gibi, o zamana kadar yoktu ve hop! Bir an sonra orada olduğunu biliyordum.
Nihâyet bir psikiyatriste gittim. İlk seansta tanışıp, muhabbetimizi ettikten sonra, âdettendir deyip, standart olarak verdiği sakinleştiricilerle sarmaş dolaş oldum. Üç hafta düzenli bir şekilde seanslarımıza devam ettik ve tam da bu varlığın, aslında benim yarattığım bir fikirden ibaret, belki de kafamın içindeki bir şişlik falan olduğunu düşünmeye başladığım gün, “ikinci varlık” benimle konuşma girişiminde bulundu. O an terapi esnasındaydık ve dolayısıyla korkudan, istem dışı olarak direkt doktorumun yüzüne doğru bağırdım. Kendi yüzüm nasıldı bilmiyorum ama doktorun bakışları bende hem utanma, hem gülme hissi yaratmıştı. Bizimki ise açılışı tek kelime ile yapmıştı: “Selam!”
O günü takip eden beş-altı ayın sonunda “Dissosiyatif Kimlik Bozukluğu” teşhisi kesin olarak kondu ve hem özel terapi, hem de ilaç tedavisi başladı. Doktorumun çabuk iyileşeceğime dair temennilerine rağmen, onun kafamın içindeki gürültüsü ve hayatıma etkisi gittikçe artıyordu. Düşüncelerime cevap veriyor, farklı bir birey gibi benimle fikir ve zevk ayrılıklarına varabiliyordu. Bugünkü halini aldığında, artık yapışık ikizler gibi yaşar durumdaydık.
Bu arada meslekî kariyerim de ister istemez sona erdi. Finans departmanını yönettiğim Fresk İthalat beni işten çıkarırken, haklarımı ve kayda değer, ek bir miktar daha para vermişti. Sonrasında kariyerimi finansta sürdürmeyi düşünmedim bile. Benim durumumdaki biri için fazla stresli ve dikkat isteyen bir işti. Onun yerine birikimimi hisse senedi ve fonlarla değerlendirmeye çalışıyordum.
Kafamın içinde bir başkasının konuşması yeterince tuhaf değilmiş gibi, zaman içinde Yusuf’un bir “aksanı” olduğunu fark ettim. Gerçekte duymadığım halde beynimin bazı kelimeleri farklı telaffuz ettiğini nasıl hayal ettiğimi bilmiyorum; ama bunu kendisine söylediğimde, “Ben aslen Gastamonuluyum.” dedi ve güldü. Benim de komiğime gitmişti. Delirmenin bir raconu varsa, ben kesinlikle bu raconun hakkını veriyordum. O gün daha fazla konuşmamamıza rağmen, bir şekilde Kastamonu konusu açılmıştı ve arada sırada oraları görmeyi, gezmeyi ne kadar istediğinden bahsedip duruyordu.
Kastamonu yolculuğumuzdan bir hafta kadar önce, yeniden bu konuyu açtı. Sahilde yürürken, bir yandan da gökyüzünde “it dalaşı” yapan martı ve kargaların mücadelesini izliyordum ve keyfim, pardon keyfimiz yerindeydi. Yusuf ilk kez, Kastamonu’yu gezmek, görmek yerine, oraya gitmemiz gerektiğinden, artık vaktin geldiğinden falan bahsetti. Bu sefer dikkatimi iyice çekmişti. Sordum: “Neden, ne vakti? Neden Kastamonu’ya gitmemiz gerekiyor?”
Güldü. “Bunu sana söyleyemem, hatta sürpriz diyelim.” Ardından ciddileşti, “Ama gerçekten gitmeliyiz. İkimizin de huzuru için.”
Yakında bulunan boş bir banka oturdum. “Gittikçe daha da garip konuşuyorsun.” dedim. “Önce aksanını konuştuğun (yeteri kadar garip değilmiş gibi) Kastamonu’yu gezmek istediğini söyleyip durdun. Bugün durum ‘Gitmemiz lazım’a döndü. Şimdi ise ‘sürpriz’ oldu. Deli olduğumu kabullenmek benim için yeterince zordu. Böyle saçmaladığında ise şüphelerim tekrar ortaya çıkıyor ve gerçekten farklı biri, başka bir varlık olduğuna inanma eğilimi gösteriyorum. Tıpkı doktorumun olmasını kesinlikle istemediği gibi! Neyse, cevabım hayır. Kastamonu’ya gitmiyoruz ve bir daha bu konuyu açma lütfen.”
Sessizlik… Orada olduğunu biliyordum ama sessizliğini koruyordu. Sonra birden ama sakince konuştu: “Hakan… Sana bunu bir kez soracağım. Bir kez… ve cevabın ikimiz için de bir dönüm noktası olacak. Benden kurtulmak istiyor musun? Temelli, sonsuza kadar…”
Bunu düşündüm. Cevabı değil, iki yıllık geçmişimizi. Beraber iş yaptığım, oturduğum, kalktığım, yemek yediğim, affedersiniz sıçtığım ve hatta bazen mastürbasyon yaparken dahi kafamın içinde beklediğini hissettiğim bu ikinci kişilikle geçen koca iki sene… “Sırf,” dedim, “bunun hayalini kurmak için bile değer. Peki o zaman, önümüzdeki hafta gidiyoruz, anlaştık mı? Umarım söylediğin şeyde ciddisindir. Değilsen de, ben ilaç dozunu iki katına çıkarıp, seni ciddiyete müdahil etmesini bilirim.”
…
Ve işte Kastamonu’ya giden otobüsteyiz. Kendi aramızda konuşup, etrafı korkutmaya devam ediyoruz. Bir yandan merak etmiyor değilim. Yani, tüm bu diyaloglar, Kastamonu aksanı, oraları görme isteği ve Allah’ım… Ondan temelli kurtulma ihtimali! Sanırım iyice keçileri kaçırdım.
…
Otobüs nihayet Kastamonu Şehirlerarası Otobüs Terminali’ne vardı. Bana yaptığı sınırlı açıklama üzerine, önceden bir firma ile anlaşıp, günübirlik araç kiralamıştım. Şansımıza çok hırpalanmamış iki bin beş model bir Skoda denk geldi. Arabaya atlayıp, yola düştük. Kafamın içinde bir GPS programı misali yolu tarif ediyordu. Şaşırmıştım, “Gerçekten de Kastamonu’yu biliyorsun!” dedim. Cevap olarak sessizce güldü. Şaşkınlıkla beraber, korku ve heyecan da hissediyordum. Belki de ondan sonsuza dek kurtulmamla ilgili söyledikleri doğruydu! Yalnız tüm bunlar gerçekse, o zaman ortaya Yusuf’u benim uydurmamış olma ihtimalim çıkıyordu. Ya da ben aslında Kastamonu’yu biliyor; ama bildiğimi mi bilmiyordum?! Tüm bu baş ağrıtıcı olasılıkları düşünmek yerine, yaşayıp görmek göze daha kolay görünüyordu. Başka yorum yapmadan, gaza biraz daha abandım.
Şehir merkezinden çıkar çıkmaz Dere Köy yoluna saptık. Gideceğimiz yerin orada olduğunu söyledi. Dere Köy, adının hakkını veriyordu. Tek ya da iki katlı, yer yer dökülen evleri, köy hayvanları, tek bir köy camii ve kenarından akan küçük, şirin bir çayı vardı. Havası tertemizdi. Toprak yol üzerinden ilerleyip, köy meydanı olduğunu tahmin ettiğim yeri pas geçtik. Toprak yol hafif bir “S” çiziyordu. Beş yüz metre kadar gittikten sonra sağ tarafta, fütursuzca akıp giden çayın toprakla birleştiği küçük bir alana inşa edilmiş, derme çatma görünümlü bir evin önünde durmamı istedi. Arabayı evin önündeki söğüt ağacının serin gölgesine park ettim. Meraklı gözlerle eve doğru bakarken, “Burası.” dedi ve sustu. Uzun zamandır yapmadığı şekilde kafamın içinden gitmiş, yok olmuştu.
Bu seferki yokluğu bana huzur vermedi. Kendimi bilmediğim ya da en azından bilmediğimi sandığım bir yerde, hiç olmadığım kadar tek başıma hissediyordum. Etraf rüzgâr, hayvan ve durmaksızın akan çayın sesleri dışında sessizdi. Çok gergindim. Sıcak olmasına rağmen, söğüdün gölgesinde, esen rüzgârın soğuttuğu ter damlalarının etkisi ile ürperdim. Belki de en baştan cevabı alana kadar ısrar etmeliydim: Benim burada ne işim var? Şimdi ise bu sorunun cevabını kendim bulmak zorundaydım.
Araçtan indim. Derin bir nefes aldım ve etrafı son kez inceledim. Kulağıma rüzgârda hafifçe gıcırdayan bir kapının sesi geliyordu. Sese doğru yöneldim; evin mütevazı bahçesini iki adımda geçip, verandasına çıktım. Tahtalar ağırlığımla derin bir of çektiler. Kimseye seslenmeden, direkt kapıya doğru yürüdüm ve hafifçe ittim.
Tahmin ettiğim gibi kapı, birinin geldiğini duyuracak kadar gıcırdayarak açıldı. Aldırmadım, ayakkabılarımı çıkarmadan içeri doğru ilerledim. İçerisi, penceresi olmayan bir giriş ve ardında odalara açılan dar bir koridor olduğu için epey karanlıktı. Karanlıktan bir an önce kurtulmak için koridorun hemen sağındaki kapıyı ittim ve evin odalarından birine girdim.
Küçük, dar oda oldukça sadeydi. Yerde yazlık evlere özgü ince bir kilim, bir yanında tüplü televizyon ve ufak bir tekli koltuk vardı. Diğer yanında ise odanın bir yüzünü kaplayan cama bitişik, düz, eski bir kanepenin üzerine çarşaf serilmişti ve üzerinde biri uzanıyordu. Kanepenin hemen önünde bulunan ufak sehpada, yarım bardak su, içi yarısı yenmiş meyveler olan bir tabak ve meyve bıçağı gözüme çarptı. Adam çok tanıdık geliyordu. Ona doğru iki adım atıp yüzünü yakından inceledim ve geçirdiğim şokla olduğum yere çivilendim. Kazada çarptığım ve öldürdüğüm (ölü olan!), kimliksiz gariban tam karşımda uzanmış, ufak nefesler alarak uyuyordu!
…
Gözlerime, gördüğüm şeye inanamıyordum. Bir süre tepesinde dikilip, yataktaki adama baktım. Kafamda bir şeyler alarm veriyordu; deliler için olan bir sınır varsa, onu bile geçmiş olmalıydım. Ama yüzü kesinlikle onun yüzüydü, başkası olamazdı. Kaza anındaki kirli, sakallı hali gitmiş, yüzü, gözü temizlenmişti. Bir yandan da çok zayıf ve güçsüz gözüküyordu. Sanki toprak altında kalmak ona yaramamış gibi! Sıcak bastı, aşırı derecede terlemiştim.
Yutkundum. “Y-Yusuf?” diye seslendim; sesim ister istemez titremişti. “Yusuf, bu sen misin?” Nefes alıyor gibi görünmesine rağmen, cevap vermesini beklemiyordum; çünkü onu bizzat, kendim öldürmüştüm!
Yine de gözleri yavaşça açıldı. Zayıfça gülümseyerek, “Yusuf değil, Yunus.” dedi. Cevap veremedim. Aklımdan bin tane soru geçiyordu; ama tek kelime edemiyordum. Tam kendimi toplayıp bir şey sormaya niyetlenmiştim ki; konuşmaya fırsatım olmadı. Aniden kafamda bir şimşek çaktı. Bir şeylerin patladığını hissettim. Acı her şeyi yuttu, her yer karardı. Dizlerimin üzerine düşerken aklımdaki son şey, artık bu kadarını kafamın kaldıramadığıydı. Bilincimi kaybettim.
…
Gözlerimi tekrar açtığımda, ilk hissettiğim şey mide bulantısı oldu. Hâlâ odadaydım ama artık ayakta değildim. Girişte gördüğüm koltuğa özenli bir şekilde bağlanmıştım. Başımın arkası zonkluyordu. Duvarın benden taraf olan kısmında diklemesine duran, muhtemelen anneannemin mutfağında ya da gözleme yapan kadınların elinde gördüğüm cinsten, kalın bir merdane dikkatimi çekti. Merdanenin yere yakın yüzeyi kırmızı lekeliydi. Yusuf aynı yerde uzanmış bir halde bana bakıyordu. Yanında, ayakta duran ifadesiz kadının annesi olduğunu tahmin ettim. Arkadan yaklaşıp, kafamı bir vuruşta İstanbul’a geri yollamaya çalışan o olmalıydı.
Yusuf, “Kafan çok acıyor mu?” diye sordu. Cevap vermek yerine, ağrıyan başımı görmezden gelip sordum: “Neler oluyor? Yusuf, bu gerçekten sen misin? Kazada çarptığım adam…” Lafımı kesti: “Sana söyledim, Yusuf değil. Adım Yunus. Bu da benim annem. Kendisi biraz… yavaştır, yani doğuştan, bilirsin işte…”
Annesi boş gözlerle bakmaya devam ediyordu. Biraz dikkatli bakınca, kadının aslında gözüktüğünden çok daha gergin olduğunu fark ettim. Bence kadın korku ve endişe içindeydi.
Yunus bakışlarını bana kilitleyip, “Şimdi iyi dinle:” dedi ve gülümsedi: “Önce iyi haberi vereyim: Deli değilsin! Kafanın içinde bunca zamandır duyduğun ses ve düşünceler bana ait.” Konuşmak üzere nefes aldım ama elini kaldırarak beni durdurdu. “Beni kazada öldürdüğün adam sanıyorsun; ama bunda da yanılıyorsun. Ben Yusuf değilim, Yusuf, senin canını aldığın ve üzerine kazayı örtbas ettiğiniz ikiz kardeşim.”
“Sen ne saçmalıyorsun?! Bu… Olamaz…“ Ancak olamaz dediğim şey tam karşımda duruyordu ve yüzüme yansıyan şaşkınlık, korku ya da heyecan her neyse, buna karışan bir kavrayış ifadesini de görmüş olmalıydı ki, yüzüme bakıp, başını olumlu anlamda bir kez salladı ve devam etti. “Anladığın üzere biz tek yumurta ikiziyiz ve doğal olarak görünüşümüz tıpa tıp aynı. En azından yüzümüz… Çocukken geçirdiğim bir kazadan sonra kötürüm kaldım. Belki iyileşebilirdim, bilmiyorum ama imkânlarımızın elverdiği kadarı ile gittiğimiz hastanenin doktorları durumumun kalıcı olduğunu, bir daha düzelemeyeceğimi söylediler ve dedikleri gibi de oldu; belden aşağısı bir daha tutmadı. Yusuf büyüyüp gelişirken, ben zayıf ve güçsüz, aynı zamanda da burada, bu köyde, hatta bu odada hapis ve âciz kaldım.”
Araya girdim: “Ama hâlâ anlamıyorum… Nasıl, yani nasıl seni beynimin içinde duyabiliyorum? Üstelik tam iki sene boyunca?”
Başlamadan önce biraz düşündü. “Kimi tek yumurta ikizlerinde olan o tuhaf zihinsel bağ bizde çok kuvvetliydi. Yusuf’la daha çok küçükken, birbirimizi konuşmadan bilir, anlardık. Ben yatağa bağımlı hale geldikten sonra ise bu bağ çok güçlendi. Yirmili yaşlarımızın sonunda, birbirimizin duygu ve düşüncelerini anlıyor, birbirimizin gözünden dünyayı görebiliyorduk. Fiziksel durumumdan dolayı zaten bu vücuttan nefret etmeye başlamıştım ve gittikçe Yusuf’un bedeninde daha çok vakit geçirmeye, onunla beraber onun sefil ama benimkinden daha eğlenceli hayatını yaşamaya başladım. Sen kardeşime çarpana kadar.” Hafifçe öksürünce konuşmasına ara verdi ve önündeki suya doğru uzandı.
Duyduklarım inanılmazdı. İki yıl boyunca delirdiğimi düşünürken, doktor muayenehanesi ile ev arası mekik dokurken ve o sürekli kafamın içinde röntgenci bir parazit gibi dolanırken, hayatım mahvolmuş, arkadaşlarımı ve işimi kaybetmiştim. En sonundaysa, tıpış tıpış beni memleketine, ta kapısının önüne kadar getirmiş ve hatta elimi, ayağımı bağlayıp, çaresiz bir duruma sokmuştu. Sinir içinde, kollarıma dolanmış haldeki ince halatı zorladım, canımı yakmaktan başka bir işe yaramamıştı. Yunus bu hareketimi fark ettiyse de bozuntuya vermedi. Aklımda tek bir soru vardı: Şimdi ne olacak?
Yunus devam etti: “Yusuf can verirken, beyninin içindeki tüm kimyasal değişimleri hissedebiliyordum. Korkmuştum ve bedenime dönmek istedim. İşte tam bunu yaparken göz göze geldiniz. Bir anlık bakışmadan çok daha fazlasıydı, aranızda bizimkine benzer bir bağ oluştuğunu hissedebiliyordum. O panikle Yusuf senin zihnine girmeye çalışıyor gibiydi; ama yıllarca onun bedeninde yaşayan ben, bu konuda ondan çok daha tecrübeliydim ve başaramayacağını biliyordum. Yusuf öldü. Kendi bedenime dönmeye çalıştım ama hissedebildiğim tek şey karanlıktı. Öldüğümü sandım ve çaresizlik içinde dua etmeye çalışırken bilincimi kaybettim. Tam iki hafta baygın yatmışım. Bana anam göz kulak olmuş, tüm ihtiyaçlarımla sessiz, sedasız ilgilenmiş. Normalde kısa süreli baygınlıklarıma alışık olduğu için, kimseye bir şey söylememiş.”
“Kendime geldikten sonra üç ay, yeniden köy hayatına ve vücuduma alıştım. Kardeşimin yasını tutarken, sürekli kaza ânını ve seni düşünüyordum. Karşıdan karşıya geçerken Yusuf’la kendi aramızda konuşuyorduk ve yola dikkatli bakmamıştık; yine de senin de aşırı hız yaptığından ve dikkatinin dağınık olduğundan emindim. Kaza sonrası evimize kimse gelmedi. Ne bir polis, bir bilgilendirme, hiçbir şey. Bunun nedenini, olay sonrası ne olduğunu çok merak ediyordum. O gün ne oldu, nasıl oldu bilmiyorum; kazayı ve seni düşünürken, birden senin de aynı şeyi düşündüğünü hissettim. Zihnin tıpkı Yusuf’ta olduğu gibi, hemen bir düşünce mesafesinde duruyordu. Sana ulaşabileceğimi hissediyordum ve ilk denemede başardım!”
“Sonrasını biliyorsun zaten. Hem burada, hem oradaydım. Bir süre konuşmadan sadece seni izledim, dinledim ve öğrendim. İki yıla yakın bir süreyi beraber geçirdik. Ben bedenine ve zihnine iyice alıştım, sen de sözde deliliğini kabullendin. Her şeyi planladıktan sonra geriye, seni Kastamonu’ya gitmeye ikna etmek kalmıştı. Seni, kendisi kadar tanıyan biri için pek büyük bir sorun değil.” Eliyle bir jest yaparak odayı gösterdi. “Ve işte gördüğün gibi buradayız…” Yeniden gülümsedi, gülümsemesi sahteydi. “Karşı karşıya oturmuş, sohbet ediyoruz.”
Ona bakarken adeta dilim tutulmuştu, konuşamıyordum. Nihayet, “Ne planı? Ne işim var burada?” diyebildim.
“Çok basit: Ölümüme tanıklık edeceksin! Ya da bedenin, bedenimin ölümüne tanıklık edecek diyelim. Karışık mı oldu? Anlatayım, vaktimiz bol ne de olsa.” İşaret parmağı ile kafasını gösterdi: “Beyninin içindeki bir asalaktan ya da parazitten çok daha fazlasıyım. Her nasıl ki, kendi zihnimi senin beynine transfer edebiliyorsam, senin zihnini de kendi beynime taşıyabilirim. Bunu eskiden bir oyun gibi, birbirimizi şaşırtmak için yapıyorduk. Tek sorun, bu tür bir etkileşimde zihinsel bağın yanı sıra, fiziksel olarak yakın olmamız gerekiyordu. Mesafenin bu konuda etkili olduğunu, daha önce Yusuf’la pek çok kez görmüştük.”
Yüzümdeki şok ifadesini gördü. “Şimdi tamamen anlıyorsun işte!” dedi. Sessizce bakıştık…
“Bu söylediğini yapabileceğini varsayalım.” dedim. Kafamla Yunus’u işaret edip, “Beni buraya koydun, diyelim. Peki ya sonra? Aramızdaki bağ bitecek mi? Bitse bile, herkesin gözünde Yunus olsam dahi, kendimle, kendi kimliğimle ilgili her şeyi biliyorum. Bu yaptığını yanına bırakacağımı mı sanıyorsun?”
Yunus annesine dönüp, “Haydi…” dedi. Sonra tekrar bana hitap ederek, “Bunları düşünmediğimi mi sanıyorsun? Aramızdaki bağ kesilemez. En azından benim tarafımda hep var olacak ve sen bir kez zihin transferi yaptıktan sonra, bunu tekrar kendi kendine yapmayı pekâlâ başarabilirsin. Açıkçası ben de sonrasından emin değilim. O yüzden kendimi sağlama almak zorundayım.“
Yok artık! Artık iyiden iyiye korkuyordum. Çırpınmaya, kollarımı kurtarmaya çalıştım. “Kes şunu!” diye bağırdı Yunus, “Kollarımı inciteceksin.” Ardından güldü ve devam etti: “Anne, burada en zor iş senin. Öz oğluna kurşun sıkmak kolay iş değil; ama söylediklerimi unutma! Gerçekte ölen kişi, benim kardeşimin, senin de oğlunun katili olacak!” Tekrar bana baktı. “Seni bu aciz bedene hapsetmeyi ve burada bir başına bırakıp gitmeyi tercih ederdim; ama tekrar bedenini ele geçirme ihtimalini göze alamam.”
Tüm bu manyaklığı kafam almıyordu. Çırpınmaktan yorulmuş bir halde, yüzümü kaplayan ve gözlerimi yakmaya başlayan terden bulanıklaşan görüşümle bir ona, bir annesine bakıyordum. Annesi de terlemişti ve tereddüt ediyordu. Yunus “Anne!!” diye bağırınca, zorlama adımlarla gidip, televizyonun yanına sakladığı eski görünümlü tabancayı aldı. Sürgüsünü çekip emniyetini açtı; önceden çalışmış olmalıydılar. Yunus da en az, ben ve annesi kadar terlemişti. İliklerine kadar gerçek olduğunu hissettiğim bir kâbusun içinde, başrolü oynuyordu.
“Şimdi,” dedi. “Her şeye rağmen, senden bir anlamda hoşlanmıştım. Ama sen, benden en sevdiğimi aldın ve bunun bedelini ödemelisin.” Şaşkınlık ve korkuyla söylenebilecek bir şeyler düşünmeye çalıştım. Tam konuşacakken Yunus gözlerini kapattı ve tekrar kafamın içine döndü. Bu sefer çok farklıydı, baskın olduğunu hissediyordum. Kafamdan aşağı akan bir tas sıcak yağ gibi, yavaş yavaş her yere yayılıyordu. Birden gözüm karardı. Üst üste taklalar atıyormuş gibi başım dönüyordu. Burnuma ter kokusu geldi, güçsüzleşmiştim. Zorla gözlerimi açtım. Açtığım gözler benim gözlerim değildi, artık Yunus’un bedenindeydim!
Karşımda duran bedenim de gözlerini açtı, annesine baktı ve başıyla onaylama işareti yapıp, ”Anne, şimdi.” dedi.
“Sakın yapma!” diye bağırdım. Annesi silahı bana doğrulttu. Elleri ve silahın namlusu zangır zangır titriyordu. Son çare gözlerimi kapattım ve kendi beynime, bedenime tekrar ulaşmaya çalıştım. Orada olduğunu hissediyordum! Sadece oraya nasıl gideceğime dair en ufak bir fikrim yoktu.
Tekrar gözlerimi açtım. Annesinin silah tutan elinin, tam da tetik üzerinde duran işaret parmağı bükülmeye başladı. Aklıma son saniyede gelen bir fikirle, “Anne yapma, ben Yunus!” derken, tetiği çekti…
…
Hakan’a ait bedeni ile Yunus, yerinden kalktı. Annesine sarıldı, ağlaştılar. Gece, eskiden Yunus’un olan ölü bedeni arka bahçeye gömüp, dua ettiler. Artık Yunus olan Hakan, ertesi sabah annesi ile vedalaştı. İstanbul’a dönmesi ve yarım kalan bazı işleri halletmesi gerekiyordu. Arabayı yerine teslim etti. Gecikme faizini Hakan’ın parası ile ödedi. Mutluydu, yeni, sağlıklı bir bedeni ve güzel bir hayatı vardı. Kardeşini düşündü, son kez…
…
Gözlerimi açtım ve kapattım. Başım ağrıyordu. Kafamı yattığım yerden kaldırmaya çalıştım, olmadı. Tekrar uyuyakalmışım.
Uyandığımda saat on bir olmuştu. Yatağımda her zamanki pijamalarımla yatıyordum ve ağzımda, akşamdan kalmışım gibi iğrenç bir tat vardı. Ayağa kalktım ve başımın döndüğünü hissettim. Karnım zil çalıyordu, dolapta bekleyen birkaç günlük pizzayı fırına atıp, ısınmasını bekledim.
Olan, biten ya da olduğunu sandığım her şeyi düşünmeye başladım. Kastamonu’ya mı gittim? Yusuf ya da Yunus, manyak anası ve zihin transferi… Gerçekten ölmüşsem, bu akşamdan kalma halim, cehennemin dibinde olduğumu mu gösteriyordu? Öyle olsa, dolaptan pizza çıkmazdı diye düşündüm. Eee, peki tüm bu olan biten neydi, neredeyse otuz beş saatlik bir rüya mı? Deliliğimin bir üst seviyesini mi yaşamıştım?
Belki de tüm bu olanlar gerçekti ve Yunus her ne planladıysa, yukarıdaki onun planlarına riayet etmemiş, bana bedenimi geri vermişti. Evet, kesinlikle bu şekilde olmalıydı.
Kastamonu’ya giderken aldığım otobüs biletlerini aradım ama bulamadım. Kıyafetlerime baktım, onlar da askılarında duruyorlardı. Kastamonu’ya dair bir iz aradım, araba kiraladığım yerin adını bir hatırlayabilsem… Yine de… Gördüğüm bir rüya ise ömrümde böylesini hiç görmemiş, hatta duymamıştım. Her şey o kadar gerçekti ki.
Yunus’u kafamın içinde hissetmiyordum, pardon Yusuf’u… Öff! Belki gerçekti, şu anda kendi bedenindeydi ve pusuya yatmış bekliyordu. Belki bedeni ile beraber toprağın altında, ya da Allah bilir nerelerdeydi.
Pizzamdan aldığım ilk büyük ısırık ile tüm bu düşüncelerden sıyrıldım. Açlık fena şey. Yine de, köy ortamını, Kastamonu yollarını, uçsuz bucaksız otobanları düşünmeden edemiyordum. Şehir kirliliğinden uzak, güzel kokular, temiz hava, doğal sesler dışındaki o sessizlik… Uzun yolun keyfi bir başka oluyor!
Bir dakika, ben uzun yola çıkmayı sevmem ki…